Monday, March 30, 2009

Atatürk İlkeleri ve Atatürk İnkılâpları

Atatürk İlkeleri ve Atatürk İnkılâpları
İhsan Pekel

Atatürk'ün, temel dünya görüşlerine ilkeleri; çağdaş uygarlığa yöneliş için gerçekleştirdiği köklü değişikliklere de inkılâpları denilmektedir.
Yeniliğe, ilerlemeye, iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, gelişim ve uygarlığa açılan Atatürk İlke ve İnkılâpları; Ülke ve Ulus bütünlüğü, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Ulusuyla bütünleşmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin vatandaşları olarak onları çok iyi anlamaya ve korumaya borçluyuz.
Anayasa'mızın:
42'inci maddesinde eğitim ve öğretimin Atatürk İlke ve İnkılâpları doğrultusunda yapılacağı,
58'inci maddesinde gençlerin yine Atatürk İlke ve İnkılâpları doğrultusunda yetiştirilip geliştirileceği,
68'inci maddesinin 4'üncü paragrafında siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemlerinin, devletin bağımsızlığına, ülke ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı,
81'inci maddesinde milletvekilleri andında “... demokratik ve laik Cumhuriyet'e ve Atatürk İlke ve İnkılaplarına bağlı kalacağıma...”
103'üncü maddesinde de Cumhurbaşkanı andında “... Atatürk İlke ve İnkılâplarına bağlı kalacağıma...”
ifadelerine yer verilmiştir.

ATATÜRK İLKELERİ
1. CUMHURİYETÇİLİK
Atatürk'ün sözleri ile “ Türk Milleti'nin yaratılışına ve karakterine en uygun idare Cumhuriyet idaresidir. Bugünkü hükümetimiz, doğrudan doğruya ulusun kendi kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilatı hükümetidir ki, onun adı Cumhuriyet'tir. Artık hükümetle ulus arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Yönetim ulus, ulus yönetim demektir.” (1)
“Cumhuriyet fazileti ahlakiyeye müstenit bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir.” (2)

2. MİLLİYETÇİLİK
Atatürk: “Van'dan Diyarbakır'dan Trakya'ya, Karadeniz'den Akdeniz'e kadar Yurdumuzun her köşesindeki memleket evlatlarını hep aynı cevherin damarları olarak vasıflandırmıştır.” (3)
“Biz doğrudan doğruya milletperveriz. Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk Toplumumuzdur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.” (4) demiştir.
Atatürk Milliyetçiliği:
• Ülke ve Millet bütünlüğüne önem verir,
• Irkçılığı reddeder.
• Çağdaşlığı amaçlar, medeniyetçidir.
• Her türlü din ve mezhep ayrılığına karşıdır.
• Milli dayanışma ve sosyal adaletten yanadır.
• Vatan kavramı ile bağlantılıdır ve gerçekçidir.
• Demokrasiye yöneliktir. Millet egemenliği ilkesi ile bağlantılıdır.
• Saldırgan değil barışçı ve insancıldır.
• Kültür ve düşünce birliği temeline dayanır.
3. HALKÇILIK
Atatürk'ün sözleri ile;
“Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye Halkına Türk Milleti denir.” (5)
“Türkiye Halkı ırkça, dince ve kültürce ortak, birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakarlık hisleri ile dolu kaderleri ve menfaatleri müşterek olan bir toplumdur.” (6)
Halkçılık, halkın düşünülmesi: sosyal, kültürel ve ekonomik yönden geliştirilip refaha kavuşturulması ve güçlendirilmesidir.
4. LAİKLİK
Laiklik, din ve devlet işlerinin ayrılması; vicdan, ibadet ve din özgürlüğünün güvenceye alınmasıdır. Laiklik: toplum ve devlet işlerinde, hukuk, eğitim, yönetim ve siyasette insanın akıl, bilim, teknoloji, vicdan ve sorumluluğa dayalı özgür iradesinin tercih edilmesidir. Laiklik uygarlık ve demokrasinin temelidir.
Atatürk “Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz bir milletin devamına imkân yoktur: Yalnız şurası var ki din Allah ile kul arasındaki bir bağdır. Softa sınıfın din istismarlığına Müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete karşıyız. Buna müsaade edemeyiz.” (7)


5. DEVLETÇİLİK
Atatürk'ün sözleri ile, “Bizim takibini uygun gördüğümüz devletçilik prensibi bütün üretim ve dağıtım araçlarını fertlerden alarak milleti büsbütün başka esaslar içinde düzenlemek amacı güden özel ve kişisel ekonomik teşebbüse ve faaliyete meydan bırakmayan sosyalizm prensibine dayalı kolektivizm-komünizm gibi bir sistem değildir.” (8)
“Bütün dünyada olduğu gibi memleketimizde de en başta bulunan önemli işimiz ekonomidir. Bu işten en yüksek başarıyı sağlamaya çalışmak çok önemlidir, gereklidir. Bunun için, bu işte bütün devlet teşkilatının, bütün yurttaşların ve hepimizin ciddi duygular ile ilgili olmamız gereği doğaldır. Yeni hükümetimizin esasları, bütün programları ve ekonomik programlardan çıkmalıdır.” (9)
Atatürk, Devletin büyük masraflar isteyen konularda öncülük yapmasını istemiştir.
6. İNKILÂPÇILIK
Atatürk diyor ki:
“Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görüşü ile uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. İnkılâbımızın ana ilkesi budur. Bu gereği kabul edemeyen zihniyetleri darmadağın etmek zaruridir.” (10)
“Mutlu inkılâplarımızın aleyhinde fikir ve his taşıyanları aydınlatmak ve doğru yolu göstermek, aydınlara düşen milli vazifelerin en önemlisi, en birincisidir.” (11)
İnkılâp; ileriye, güzele, iyiye, doğruya ve uygarlığa yönelik yapılan köklü değişikliklerdir.

ATATÜRK İNKILÂPLARI
Atatürk inkılâpları, devleti çağdaş bir niteliğe kavuşturmak için yapılan temel değişikliklerdir.
Atatürk; “Her türlü yükselme ve gelişmeye kabiliyeti olan Milletimizin sosyal ve fikri inkılâp adımlarını kısaltmak isteyen engeller mutlaka ortadan kaldırılmalıdır” demiştir (12)
1. Siyasal Alanda Yapılan Değişiklikler:
28 Ocak 1921'de 85 sayılı ilk Anayasa kabul edildi. 30 Ekim 1922' de Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılıp Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin kurulmasına ilişkin karar alınmıştır. 2 Kasım 1922'de Saltanat kaldırıldı. 29 Ekim 1923'de Cumhuriyet ilan edildi. 3 Mart 1924'de Hilafet kaldırıldı. 5 Şubat 1973'de laiklik ilkesi ile birlikte altı ilkenin Anayasa'ya girişi sağlandı. Böylece çağdaş uygarlık yoluna girilmiştir.


2. Hukuk Alanında Yapılan Değişiklikler:
8 Nisan 1924'de şeriat mahkemeleri kaldırılıp adalet mahkemeleri kuruldu. 7 Şubat 1926'da Türk Medeni Kanunu, 1 Mart 1926'da Türk Ceza Kanunu kabul edildi. Uygar ulusların yasaları örnek alınarak evlilik, boşanma, miras yeniden düzenlenerek kadın erkek arasında eşitlik sağlandı. 5 Kasım 1925'de Ankara Hukuk Mektebi (Fakültesi) kuruldu.
3. Eğitim Alanında Yapılan Değişiklikler:
3 Mart 1924'te Tevhidi Tedrisat (Öğrenim Birliği) Yasası çıkarılarak bilime dayalı modern eğitim ve öğretim sağlanmıştır. 3 Kasım 1928'de Türk Harfleri kabul edildi. Bütün yurtta okuma yazma öğrenme çalışmalarına başlandı. Atatürk Başöğretmen olarak dersler verdi. Dilde Özleşme çalışmalarına geçildi. Türk Dili'nin benliğine kavuşturulması çalışmalarını izlemek üzere 12 Temmuz 1932 Türk Dilini Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) kuruldu.
4. Sosyal Alanda Yapılan Değişiklikler:
2 Eylül 1925'de Tekke ve Zaviyeler kapatıldı. 25 Ekim 1925'te Şapka ve Kıyafet Kanunu kabul edildi. 3Nisan 1930'da kadınlara belediye seçimlerinde oy, 8 Ekim 1934'de seçilme, 5 Aralık 1934'de milletvekili seçme ve seçilme hakları verildi. Bir Türk geleneği olarak kadın erkek eşitliğinde önemli adımlar atılmıştır.
Hastaneler, dispanserler kurulması sağlandı. Güzel sanatların gelişmesi için gerekli konservatuar kuruldu. Stadyumlar, spor alanları, kapalı spor salonları yapıldı. İhtiyaç duyulan tüm sosyal kurumlar Atatürk döneminde açıldı. 16 Şubat 1925'de Tayyare Cemiyeti (Türk Hava Kurumu) kuruldu.
5. Ekonomik Alanda Yapılan Değişiklikler:
24 Temmuz 1923'de Lozan Barış Antlaşması ile yabancı uyruklulara tanınan kapitülasyonlar kaldırıldı. 19 Nisan 1926'da Türk Kabotaj Hakkı kabul edildi. Bununla Türk Kara Sularında yabancı şirketlerin çalışması yasaklanmıştır.1 Nisan 1924'de Ergani Bakır İşletmesi millileştirildi. 27 Şubat 1925'te köylüye ağır vergi yükü olan Aşar kaldırıldı. 1Mart 1925'te tütünde Fransızlara tanınan ayrıcalığa son verildi. 5 Nisan 1925'te Şeker Fabrikalarını öngören yasa kabul edildi. 19 Nisan 1925'de Gazi Orman Çiftliği hizmete verildi. Her alanda devlet öncülük yapmaya başladı. Bakanlar, fabrikalar çalışmaya başladı. Yollar, özellikle demiryolu yapımına büyük çaba gösterildi. Ekonomik bağımsızlık kazanıldı.
6. Ölçü Birimlerinde Yapılan Değişiklikler:
Atatürk, dünya ile ilişkimizi düzenli yürütmek için ölçü birimlerinde değişiklik yaptı. 26 Aralık 1925'te Uluslar arası saat ve miladi takvim, 26 Mart 1931'de de yeni ölçüler kabul edildi. Kilogram ve metre kabul edilerek medeni dünya ile yapılan ekonomik ilişkiler ve işbirliği kolaylaştırılmıştır.
Anayasa'mızın başlangıç bölümünde... Millet adına yetkili kılınan hiçbir kişi veya kuruluşun Atatürk İlke ve İnkılâpları doğrultusunda hukuk düzeni dışına çıkamayacağı için, hiçbir faaliyetin... Atatürk İlke ve İnkılâpları karşısında koruma göremeyeceği yer almıştır. Böylece, koruma konusunda birinci öncelik Devlet'imizin temeli olan Atatürk İlke ve İnkılâpları’na verilmiştir. Anayasa'da Atatürk İlke ve İnkılâpları’nın korunmasında verilen öncelik karşısında, özgürlükler dâhil hiçbir gerekçe ile söz konusu korumanın göz ardı edilemeyeceği, kaldırılamayacağı, başka bir kişi veya kuruluşun koruma göremeyeceği anlaşılmaktadır.
Özgürlükleri kullanma koşullarına gelince:
İnsan Hakları Evrensel Demeci'nin 29. maddesine göre herkes haklarını kullanmak ve özgürlüklerden faydalanmak konusunda demokratik bir toplumda ahlak, nizam ve genel yararların korunması için tespit edilmiş kayıtlamalara tabidir. Bu hak ve özgürlükler hiçbir veçhile Birleşmiş Milletler amaç ve prensipleriyle aykırı olarak kullanılamaz.
İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri (Özgürlükleri) Korumaya Dair Sözleşme'nin:
Din özgürlüğüne ait 9., ifade ve izhar (açıklama) özgürlüğüne ait 10., toplantılara katılmak ve sendika kurmakla ilgili 11. maddelerinin 2. paragraflarına göre söz konusu hak ve özgürlüklerin kullanımının, demokratik toplumlarda ancak amme güvenliğinin, amme nizamının, genel sağlığın veya umumi ahlakın yahut başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için şartlara, sınırlamalara ve müeyyidelere tabi tutulacağı öngörülmüştür.
Söz konusu özgürlüklerle ilgili benzeri kısıtlamalar Anayasa'mızın ilgili maddelerinde de yer almıştır.
Atatürk, evrensel hukukun getirdiği bu kuralları daha önceden görerek kişisel özgürlüklerin Cumhuriyet ve Devleti zayıflatması için sınırlanabileceğini söylemiş, ancak bunun vatandaşın teşebbüs ve sorumluluk duygusunun gelişmesine zarar verilmemesi, milletin genel çıkarlarından daha fazla sınırlamaya gidilmemesi üzerinde durmuştur.
“... Demokrasi geleceğini ancak akıl ve bilimden alır. ...Bunlardan yoksun yönetime Demokrasi demeye olanak yoktur. Demokrasinin temelinde kişisel çıkarlar değil, geniş halk kitlelerinin ve ülkenin genel çıkarları egemendir...
...Çünkü Türk Ulusu'nun karakterinde özgürlük vardır.
Demokrasi ve özgürlük rejimleri akıl ve mantıktan, bilimden yoksun olarak uygulandığında toplumlar sarsıntı geçirmektedir.... Sınırsız bir özgürlük anarşinin baş mimarıdır. Özgürlükler kişilerin ve toplumların sınırsız yararlanmasına değil, gelişmelerine öncülük ettikleri sürece muteberdir. Demek oluyor ki özgürlük, adalet ve eşitliği birbirinden ayrı ayrı düşünmek bunları birbirinden ayrılabilir kabul etmek yanlış bir düşünce tarzı olur...” (13)
“O halde, kişisel özgürlüklere sınır olarak başkalarının özgürlük sınırı gösterilirken kişisel özgürlüğün, milletin genel çıkarlarının gerektirdiği dereceden daha fazla sınırlandırılamayacağı kabul ediliyor. Bu düzenleme işlemi kişinin sorumluluğuna, teşebbüsüne ve gelişmesine zarar verecek dereceye götürülmemelidir.” (14)
Unutulmamalıdır ki, Türkiye'de Devlet ve Ulus bütünlüğünü bozmayı öngören dışarıdan ve içeriden desteklenen silahlı eylem içinde bulunan irtica ve bölücülük konularında yıkıcı fikir, fitne, bozgunculuk, coşturma ve kışkırtma faaliyetleri toplumumuz için en tehlikeli silah konumundadır. Kulaktan zehirlenmek mideden zehirlenmekten daha zararlıdır.
Türk Milleti, Atatürk İlke ve İnkılâplarının en iyi gerçekçi uygarlık yolunu açtığına içtenlikle inanmıştır. Onları korumaya kararlıdır.
Yukarıda açıklanan nedenlerle Atatürk İlke ve İnkılâpları’nın önemini uygulaması ve koruması Anayasa'mızın ve evrensel Hukuk'un emridir. Bunlara uymak akıl, mantık ve ilmin gereği olup bu hususlara yeterli özen, dikkat gösterilmemesi, uygulanmaması ve korunmaması Anayasa'mıza aykırılık oluşturur. Milletimizin özgün ifadeleriyle temelde kantarın topu kaçırılmış olur.
Dipnotlar:
Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri (S.D.) 1989, C. 3, S:106, c. 2, S:241
(S.D.), 2. C, 242
Atatürk Diyarbakır'da, Kadri Kemal KOP, 1938, S:4
İlköğretim C. 4, S:6
Atatürk ve Atatürk İlkeleri, M. Yavru S:13
(S.D.), C. 1, S:236
Atatürk'ün Hususiyetleri, Kılıç Ali, S:116
Atatürk'ten Yazdıklarım, Afet İNAN, S:66-67
Atatürk'ten Düşünceler, E.Ziya KARAL, S:105
Atatürk'ün Başlıca Nutukları, Herbert MELZIG, 1942, S:86
K.Atatürk Diyork ki, Mustafa BAYDAR, S:63
Atatürk'ün Başlıca Nutukları, Herbert MELZIG, 1942, S:86
Atatürk'le Bir Ömür, Sabiha Gökçen, S:176
Medeni Bilgiler ve M.K. Atatürk'ün El yazıları, Ayşe Afet İnan, S:450-465
Diğer Kaynaklar:
• Atatürk El kitabı, Türk Kara Kuvvetleri, 2. Baskı 1983
• Atatürk ve Milliyetçilik, Turhan Feyzioğlu, 1987

Atatürk'ün Davranış Özellikleri

ATATÜRK’ÜN DAVRANIŞ ÖZELLİKLERİ

Orhan COŞKUN

Büyük Atatürk’ün engin ve zengin hayatının hemen her safhası, bizim için çok ilgi uyandıran, değerli, ibret alınacak, hatırda tutulacak sayısız hadiselerle doludur.
Ömrü boyunca vefalı milleti tarafından sonsuz bir sevgi ile kucaklanan bu büyük insan tarihin öteki büyükleri gibi, arkasında bin bir hatıra bırakmıştır.
Bunları bir bütün olarak toplamak ve böylece gençliğimize, milli kültürel tarihimize hediye etmek elbette istenir. Bunu yapmadıkça Atatürk’ü tam tanımış ve tanıtmış olamayız.
Yazımın bu bölümünde de Atatürk’ün hayatında yer eden, davranış özelliklerini vurgulayan birkaç olaydan bahsetmek istiyorum.
Atatürk’ün Perapalas’ta General Harington’un davetini reddetmesi
30 Ekim 1918’de Mondoros Mütarekesi imzalanır. Mustafa Kemal Paşa Suriye’de Katma’dan Adana’ya gelir. Mareşal Liman Von Sanders ’ten 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grup Komutanlığını teslim alır. Fakat Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı 7 Kasım 1918’de lağvedilir. Atatürk Harbiye Nezareti emrine verilir. 10/11 Kasım gecesi Adana’dan ayrılır. 13 Kasım 1918’de trenle İstanbul’a gelir. Bir süre için Perapalas’a yerleşir.
Tarih 20 Kasım 1918, M. Kemal Paşa Perapalas’ta lokanta bölümünde tek başına akşam yemeğini yedikten sonra tam kahvesini ısmarlamak üzere iken lokantanın şef garsonu yanına gelir:
‘Affedersiniz muhterem Paşam, der. Biraz ötedeki masada İngiliz Generalleri oturuyorlar. Beni çağırdılar. Sizin kim olduğunuzu sordular. Ben de ‘Çanakkale Muzafferi Mustafa Kemal Paşa dedim. İngiliz Generaller ‘Ya öylemi!’’dediler.’’
İngiliz Generaller şef garson aracılığı ile Mustafa Kemal Paşa’yı masalarına davet ederler.
‘-Masamıza buyursun, kahvelerimizi birlikte içelim.’derler.
Şef garson, İngiliz Generallerinin önce bu söylediklerini, sonra kahve için masaya davet ettiklerini söyleyince, Mustafa Kemal Paşa şef garsona şunları söyler:
‘-Onlara söyle, bizim geleneklerimize göre daveti ev sahipleri yapar. Onlar şimdi her ne kadar işgal kuvvetleri komutanları olsalar da bu ülke de yine de misafirdirler. Burada gerçek ev sahibi benim. Birlikte kahve içmek istiyorlarsa geleneklerimize uysunlar, onlar gelsinler, ev sahibinin masasında, benim masamda, benim davetlim olarak içsinler kahvelerini.’’der. Bundan daha güzel bir cevap olabilir mi?
Mustafa Kemal Paşa’nın bu sözlerini şef garson olduğu gibi İngiliz Generallerine olduğu gibi nakleder. Mustafa Kemal Paşa, bu olayı Akaretler’deki evinde annesine anlatır. Sadi Borak ‘Olayı Kılıç Ali’den de dinlemiştim.’’diye yazar.
Mustafa Kemal Paşa’nın masasına gitmeyi kendi düzeyine aykırı bulan bu kurumlu Başkomutan, 1921 Haziran’ında M. Kemal Paşa ile görüşme yollarını aramak için Zonguldak’a kadar gidecek, ricası kabul edilmeyince geri dönmek zorunda kalacaktır.Bu General ayrıca ulusal orduların İstanbul üzerine yürüyüp yürümeyeceklerinin de yanıtlanması ricasında bulunmuştur.
Bu General 20 Kasım 1918!de Çarşamba günü Perapalas’ta M. Kemal Paşa’nın davetini kabul etmek alçak gönüllülüğü göstermediğini hatırlamış mıdır acaba?
Burada Atatürk’ün şeref ve haysiyet konusunda ne kadar duyarlı olduğuna bir örnek daha vermek istiyorum.19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktıktan sonra Havza’da Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa’dan 8 Haziran 1919’da ‘Beraberindeki istimbotlardan biriyle acele İstanbul’a gelmeniz rica olunur.’ diye bir telgraf alır.
Harbiye Nazırı daha sonraki telgrafında ‘İngilizler, şahsınıza karşı onurunuzu kırıcı bir şey yapmayacaklar, bunu temin ederiz.’’der. Burada Atatürk’ün düşüncesi ve davranışı çok önemlidir.
Atatürk şöyle düşünmektedir: ’Zavallı İstanbul, sorunu bir şahsi şeref sorunu gibi görüyor’’.Atatürk’ün bu telgrafa verdiği cevap dağlara, taşlara uçan kuşların kanatlarına yazılacak kadar güzel:’Umumi şerefsizliğin enkazı altında, şunun bunun şerefi de parça parça olur. Bunun ne hükmü olur, ne değeri olur?’’der.
Mustafa Kemal Paşa-Albay Rawlingson görüşmesi(Erzurum - 9 Temmuz 1919)
İngiliz albayı Rawlingson (Lord Curzon’un yeğeni olur) Erzurum Kongresinin 10 Temmuz 1919 günü toplanacağını haber alır, Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret eder. Aralarında şöyle bir konuşma geçer.
—Rawlingson- İşittiğime göre burada yarın bir kongre açacak imişsiniz.
—Mustafa Kemal Paşa kesin bir sesle; Evet, milletçe açılması takarrür etmiştir(kararlaştırılmıştır).
—Rawlingson- Açılmaması daha münasip olacaktır.
—Mustafa Kemal Paşa- Kongre muhakkak toplanacak ve gününde açılacaktır. Millet buna karar vermiştir. Açılmamasını tavsiye eden mütalaanıza hâkim olan sebepleri sormaya bile lüzum görmüyorum.
—Rawlingson- Fakat hükümetim bu kongrenin toplanmasına müsaade edemez.
—Mustafa Kemal Paşa- Ne hükümetinizden, ne de sizden müsaade istemedik ki, böyle bir müsaadenin verilip verilmeyeceği bahis mevzu olsun.
—Rawlingson- Kongreden vazgeçmezseniz zor kullanarak toplantının dağıtılmasına mecburiyet hâsıl olacak.
—Mustafa Kemal Paşa- O halde biz de mecburi ve zaruri olarak kuvvete kuvvetle karşı koyar ve herhalde milletin kararını yerine getiririz.
Paşa çok sinirlenmişti. Hiddetli zamanlarında kaşları çatılır ve gözleri sağa sola çevrilerek ateş saçardı. Paşa yine bu halde.
—Ne pahasına olursa olsun kongreyi açacağız’’diyerek yerinden kalktı ve Lord Curzon’un yeğenine kesin bir şekilde;
—Mülakatımız bitmiştir, dedi.
Mahzar Müfit Kansu, olayın devamını şöyle anlatır.
‘-Albayın ters bir cevap verip Paşa’yı daha çok sinirlendirmesine mani olmak için ben de hemen oda kapısını açtım ve – Lütfen Albay diyerek kapıyı gösterdim ve muhakkak ki Paşa’nın muhataplarını esir halinde tutan yüksek iradesinin tesiri altında Albay açtığım oda kapısından ağzından tek kelime çıkmadan ve sapsarı bir yüzle basıp gitti. Allah rahmet eylesin. Büyük Atatürk yıllar geçtikten sonra bu hatıralar bahis mevzu olduğu zaman, şaka eder:
—“Mazhar Müfit meğer ne hiddetli ne şiddetli adammış İngiliz Albayını kapı dışarı ediverdi.” diyerek benim o andaki hareketimi tasvip buyurur ve kahkahalarla gülerdi.’’
Yıllar sonra Albay Rawlingson hatıralarında Mustafa Kemal Paşa’yı şu özellikleri ile tanımlayacaktır.
‘-Bu sırada göze çarpan kişiliği ile görüşenler üzerinde unutulmaz etkiler bırakan büyük Türk M. Kemal Paşa, Doğu İllerinin Genel Müfettişi olarak Erzurum’a geldi. Günün sorunları hakkında olduğu gibi, tarihi konular üzerinde de genel ilgiyi çeken ve insanı düşündüren görüşler ileri sürmeye tam anlamıyla yetkiliydi.
Sağlam karakterli ve dünya milletleri arasında kendi milletinin haklı durumu hakkında kesin ve pratik görüşlü bir adam olarak, o hiçbir zaman kişisel ün ve yükselme peşinde koşmadı.
Memleketin çıkarlarını her şeyden üstün tutan ve memleketi için en yararlı sonuca varmaya çalışan bu zat, kuvvetini damarlarına işlemiş vazife duygusundan alıyordu. Vatanseverliğe olan ciddilik ve bağlılığı nedeniyle vatandaşlarının birbirinden çok ayrı olan ilgilerini bağdaştırabildi.
O’nun, vatanı için geçerli saydığı dileklerini gerçekleştirmek hususunda gösterdiği feragat ve metanetindeki samimiyetten şüphe edilemez.
Albay Rawlingson
Milli mücadele döneminde, Ulusunun bağımsızlığı uğruna ölümü göze alan, manda(güdüm) ve koruyuculuk gibi kolaycı ve onursuz kurtuluş yollarını elinin tersiyle iten bu korkusuz önder, o günler de pek çok çevre tarafından şaşkınlıkla izlenmektedir. İzleyenlerden birisi de Amerikalı General James Harbord’dur.
Şimdi büyük önderin, ABD’li General ile yaptığı görüşmeye değineceğim.
General Harbord’un istemi ve Mustafa Kemal Paşa’nın onaylaması üzerine 22 Eylül 1919 günü Sivas’ta gerçekleşen uzun görüşmede, General Harbord; parasızlık ve bütçenin olmayışı, silah ve cephane yoksunluğu gibi gerekçeler ileri sürerek mücadeledeki başarısızlık olasılığına karşı Mustafa Kemal’in dikkatini çekmek ister. Görüşme esnasında, hedeflerimizin aydınlığı ve bütünlüğü önünde General Harbord, içinde bulunduğumuz çaresizlikleri de iyi bildiği ve de gördüğü için Mustafa Kemal’e şu soruyu sorar:
‘Peki… Fakat İstanbul’daki resmi hükümetiniz sizleri tanımak istemiyor. Orada bir padişah ve Halife var, Siz, kongrelerinizle meşruiyetinizi tescil ettirmişsiniz ama paranız yok, teşkilatınız yok, imkânınız yok… Karşınızda ise, çok kuvvetli, kararlı düşmanlar var. Muvaffak olamazsanız ne olacak?’’
Mustafa Kemal Paşa heyecan içinde hiç tereddüt etmeden soruyu cevaplandırdı.
‘Bu tehlikeli netice ile asla karşılaşmayacağız. Çünkü biz milletimizi hakiki yapısı ile biliyoruz. İçinden geldik, hayatımız bu idrak ile geçti. Bu büyük milletin haysiyet ve istiklali bahis mevzuu olduğu zaman muvaffakiyetsizlik düşünülemez. Yeter ki ona hakikatler bütün çıplaklığı ile anlatılmış olsun ve kurtuluş rehberleri bu hizmete layık olabilsinler. Bizler muvaffak olacağız…’’ der.
Bu esnada ilginç bir olay meydana gelir. Bu olayı özellikle vurgulamak istiyorum.
Mustafa Kemal Paşa,’ Ulus isterse başarır, başarısızlık diye bir şey yoktur. Bir millet varlığını ve bağımsızlığını korumak için düşünülebilen girişim ve özveriyi yaptıktan sonra başarır. Ya başaramazsa demek, o milleti ölmüş saymak demektir. Öyle ise, bu millet yaşadıkça ve özverili girişimlerine devam ettikçe başarısızlık söz konusu olamaz.’’şeklinde net bir yanıt verirken eline oltu taşından yapılan siyah bir tespihi çekiştirmektedir. Bu esnada ip kopmuş, taneler yere saçılmıştır. Yerdeki tespih tanelerini eğilerek alan Mustafa Kemal, onları ipe dizmekte ve General Harbord’un gözlerinin içine baka baka şunları söylemektedir.
‘Görüyorsunuz General, bu ip kopmuş ve taneler dağılmıştır. İşte, ben şimdi yaptığım gibi o taneleri birer birer toplayacağım, tekrar ipin üzerine bir arada dizeceğim. Bu dağılanı toplarsam ben toplarım. İşte görüyorsunuz, o zaten dağılmış, öldürürsem ben öldürürüm. Yabancı elinde öleceğine evladının elinde can versin. Fakat ben onu öldürmem. Toplayacağım, bir araya getireceğim ve yeniden kuracağım.’’
General Harbord Mustafa Kemal Paşa’nın yanından ayrıldıktan sonra bu görüşmede kendilerine çevirmenlik yapmış olan Hüseyin Pektaş’a:
‘Söz aramızda, Mustafa Kemal Paşa’nın hakkı vardır. Ben de onun yerinde olsam, öyle yapardım.’’ diyecektir.
Özet olarak vurgulamak gerekirse; Mustafa Kemal Paşa’nın dağılmış olan tespih tanelerini özenle ve zahmetle dizdiği, o onur yüklü tespihin ipi ne yazık ki tekrar kopmuş ve tespih taneleri 1919’da olduğu gibi yine etrafa saçılmıştır. Şimdi bu tespih tanelerini bir araya getirecek Mustafa Kemal’e ve Mustafa Kemal’lere ihtiyaç vardır. Tarih önünde yeni bir sınav verilmek üzeredir. Atatürk sevdalıları ve ülkesini sevenler bu sınavda başarılı olmak zorundadırlar.
Hata yapanı tarihin affetmeyeceği de bilinmelidir!..
Atatürk, ömrünü, yeni bir ulus ve yenir bir Türkiye yaratma ülküsü uğruna tüketmiştir. Türkiye semalarından bir yıldız gibi geçmiş, geriye aydınlığını bırakmıştır. Çalışmalarına gündüzler yetmemiş gecelerini de eklemiştir. Türk ulusuna doğru yolu göstermiştir. Bundan dolayı O, Türk tarihinde ‘Tek Adam’dır.
Türkiye Cumhuriyeti halkı, bu toplum, çağdaş uygarlığa ne kadar yaklaşırsa Atatürk’e o kadar yaklaşmış; çağdaş uygarlıktan ne kadar uzaklaşırsa, Atatürk’e o kadar uzak düşmüş olur.
Atatürk’ün davranışlarını örnek alan bir kimse, Türk milletine içten ve dıştan yönelen hiçbir tehdit karşısında ihmalci ve gevşek davranamaz. Milli birlik ve bütünlüğümüzü tehlikeye düşüren hiçbir davranışı destekleyemez. Milletin yararlarını hiçe sayan, onun kalkınmasına, refahına, mutluluğuna zarar veren haksız bir davranış karşısında kayıtsız kalamaz. Atatürk’ün izinde olan her Türk milliyetçisi, Türk milletinin bağımsızlığını, hürriyetini, bütünlüğünü korumayı, onu durmadan güçlenip yüceltmek için çalışmayı kutsal bir görev sayar. Atatürk’ün milliyetçilik davranışını benimsemiş her Türk; kolunun, kafasının, gönlünün bütün imkânlarıyla milletine yarar olmaya çalışır. Kendi mesleğinde, kendi çalışma alanında daha iyiye, daha güzele ulaşmayı amaç bilir.
Yazıma, Atatürk’ün milli mücadele arkadaşı (E) Orgeneral Kazım Özalp’in (Milli Savunma Bakanı ve TBMM Başkanı,1924-1935) hiçbir etki altında kalmadan, Atatürk’ün davranış özellikleri hakkında sadece bir vefa borcu ile samimi duygu ve düşüncelerini açıklayan şu sözleri son vermek istiyorum:
‘Bir kere daha söylemek isterim ki: Atatürk’ün üstün vasıfları arasında en önde gelenleri, O’nun ‘Geleceği çok iyi görebilen, zamanlamayı çok iyi yapabilen, milletini iyi tanıyan ve ona çok güvenen, insan sevgisi olan, gerektiğinde halkla kaynaşmayı bilen, vatanperver, batı kafalı ve inkılapçı bir lider olmak’’ özellikleridir.
Türk devleti tarihten silinmeye mahkûm olmuştu. Atatürk yeni bir devlet yarattı. Yeni bir tarih yazdı. Kendisine yardımcı olduk, başarılarına katkı da bulunduk. O olmasaydı vatanı kurtarmak için, son kalan askerimize son nefesimize kadar dövüşmeye kararlıydık.
Fakat bu tarih onsuz yazılamazdı.’


KAYNAKÇA(BİBLİYOGRAFYA)
[1]Borak, Sadi. Atatürk'ün İstanbulda'ki Çalışmaları(1899-16 Mayıs 1919), İkinci Basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1998, s. 187-188.
[2]Kansu, Mazhar Müfit. Erzurum'dan Ölümüne Atatürk'le Beraber. I. Cilt. Türk Tarih Kurumu Yayınları XVI. Dizi- Sa.6(kare), TTK. Basımevi Ankara 1988, s.44-46.
[3]Kazım Özalp, Teoman Özalp, Atatürkten Anılar;Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Atatürk Dizisi:29,Ankara-1992, s.80.
[4]Kongar, Emre, Devrim Tarihi ve Toplumbilimi Açısından Atatürk, Remzi Kitabevi, 2.Basım, İstanbul, 1994.
[5]Kutay, Cemal, Osmanlı'dan Cumhuriyete, Yüzyılımızda Bir İnsanımız, Hüseyin Rauf Orbay(1881-1964), Kazancı Kitap Ticaret A.Ş Birinci Basım, İstanbul, 1992.
[6]Kutay, Cemal, Bir Solukta Atatürk, Türkiye Gaziler Vakfı Yayınaları, Birinci Baskı, Türk Hava Kurumu Basımevi, Ankara, Temmuz 2002.
[7]Kılıç, Ali, Kılıç Ali Hatıralarını Anlatıyor, Sel Yayınları, Atatürk Kütüphanesi: 8, Hisar Matbaası, İstanbul, 1955.
[8]Palaoğlu, Mustafa Kemal, Müdafaa-i Hukuk Saati, bakışlar anılar, yorumlar, Bilgi Yayınları, Bilgi Dizisi: 116 Birinci Basım, Ankara, Ocak 1998.
[9]Cumhuriyet,11 Ağustos 2001, İhsan Tayhani, Makale, ''Dağılan Tespih Taneleri''.

Mankurtlaşma Sürecinde Ateş Suyu Etkisi

MANKURTLAŞMA SÜRECİNDE ATEŞ SUYU ETKİSİ

Dr. İkram Çınar



Bu yazıda, ulusal eğitim ve kültür anlayışından nasıl uzaklaştırılmakta olduğumuz açıklanmaya çalışılmaktadır. Yazıda, emperyalizmin, işbirlikçi çevreler aracılığıyla toplumun zihnini yeniden inşa ettiği, böylece toplumu “mankurtlaştırdığı”, bunun sonucunda ulusal reflekslerin nasıl aşındırıldığı ve ulusal direncinin nasıl kırılmak istendiği üzerinde durulmaktadır.

Giriş



Anadolu, ilk uygarlıkların ortaya çıktığı bir yer ve biz Anadolu’da yaşıyoruz. Bu topraklar çeşitli uygarlıkların kurulup geliştiği bir alan üzerindedir. Bu topraklarda kurulan devletlerin hemen hepsi dünyanın önemli olaylarında belirleyici olmuştur. Hitit, Lidya, Roma, Selçuklu, Osmanlı Devleti bunlar arasındadır. Bu topraklarda yaşayıp da yeterince etkin ve öncü rol oynayamayan devlet sadece biziz. Kuşkusuz, uygarlıkları yaratan topraklar değil, kültürümüzdür.



Bu, bilinen bir gerçekliktir. Dolayısıyla Türkiye’nin kendisinden önce gelenler gibi, bir süper devlet olmaması için her türlü çirkin girişim, entrika, terör, kriz... yaşatılıp duruyoruz. Bunlar, bize özellikle Batılı “dostlarımız” ve yerli işbirlikçileri tarafından yaşatılmaktadır. Cumhuriyet, sağlam temellerine rağmen ciddi tehditler altındadır.



Bir ülkenin geleceğinde eğitim önemli bir belirleyicidir. Eğitim geleceğin toplumunu hazırlar. Eğitimine sahip çıkmayan, yeterli kaynağı ayırmayan, üstelik eğitimden tasarruf yapan toplumların geleceğe güvenle bakmaya hakları yoktur. Sorun sadece kaynak ayırma sorunu da değildir. Toplum, “nasıl bir insan tipi yetiştirileceğini” belirlemeli ve eğitim sisteminin o insan tipinin yetişip yetişmediğini izlemelidir.



Millî eğitimin amaçları ve ders kitaplarına bakıldığında ulusal konular ve Atatürkçülüğün dikkate alındığını sanırsınız. Kitaplarda Atatürk’le ilgili epeyce yazı ve şiir vardır. Oysa giderek bir mankurtlar toplumu oluyoruz. Mankurtlaştırılamayanları yetiştirmek eğitimin görevi ise bu kadar mankurt nereden ve nasıl çıktı? Acaba kendimizi mi kandırıyoruz?



Türkiye yine çok cepheli bir ateş altındadır. Sürekli tehdit ve taciz altında tutuluyoruz. Ulusal reflekslerimiz yavaşlatılmak ve ulusal direncimiz kırılmak isteniyor. Bu bölümde sürecin nasıl işlediği açıklanmaya çalışılacaktır. Bir şey yapmak için tehditlerin neler olduğunu bilmeliyiz. Bilirsek, önlemimizi alırız. Önce görmek ve tanımak gerekir. Görünen o ki, mankurtlaştırılıyoruz!





Mankurtlaşmak Ne Demektir?



Dilimizde “mankafa” sözcüğü argo da olsa yaygın biçimde kullanılmakla beraber, “mankurt” sözcüğünün aynı yaygınlıkta olmadığını biliriz. Mankurt sözcüğünü Cengiz Aytmatov gündemimize yeniden soktu. Mankurtlaşmak, ulusal kimlikten uzaklaşma, topluma ve kültüre yabancılaşma, zihnin yeniden inşası yoluyla bilinçsizleşme, egemen güçlere ve süper devletlere yaranmayı içeren sosyo-kültürel bir kavramdır.



Zihni yeniden kurgulanarak mankurtlaştırılan kişi, düşmanını “efendi” kabul ederek kendi halkına ve değerlerine karşı savaşan bir köledir. Okumuşlar kolay mankurtlaştırılabilirken halk aynı kolaylıkla ve kısa zamanda mankurtlaştırılamaz. Kültür kodları halkı kendi değerleriyle ayakta tutarken, aydın ya da yöneticiler gerek arayış içinde olmaları, yeni değerlere kontrolsüz biçimde açık olmaları ve bireysel çıkarlarını toplumsal çıkarların önünde tutmaları onları mankurtlaştırma sürecine sokar ya da bu süreci hızlandırır.



Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı yapıtında[1] anlattığı bir efsane vardır: Mankurt Efsanesi. Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri nitelikli (!) köleler haline getirmek için onların belleklerini silermiş. Bunu şöyle yaparlarmış: Önce tutsağın başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bu arada bir deveyi keser derisinin en kalın yeri olan boynundaki deriyi tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Kuruyup büzülen deri kafayı mengene gibi sıkıp, dayanılmaz acılar verirmiş. Bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp dışarı çıkamayınca başına batarmış. Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç susuz bırakılırmış. Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölürmüş. Kalanlar ise belleklerini yitirirmiş. Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlarmış. Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olurmuş. Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş.



İşte, toplumumuzda olup bitenleri bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Bugün Türk toplumu mankurtlaştırılıyor. Ulusal kimliği, kişiliği, onuru dejenere ediliyor, aşağılanıyor. Geçmişimiz ve kim olduğumuz bize unutturuluyor. Azar azar, alıştıra alıştıra, şiddeti zamana yayıp yüngülleştirerek mankurtlaştırılıyoruz. Uygarlıkların beşiği olmuş bu ülkenin insanları mankurtlaştırılıyor! Topluma “geçmişi unut, kim olduğunu unut, geleceği düşünme, anı yaşa” düşüncesi genel geçer yapılarak mankurtlaştırılıyor. Başta artık bizim olmaktan çıkmış ulusal (?) kitle iletişim araçları olmak üzere her türlü araç bu amaçla kullanılıyor. Bir daha kendimizi toparlayamayacak biçimde zihnimiz yeniden inşa ediliyor! Böylece ulusal refleksimiz ve direncimiz kırılıyor. Görünüşe bakıldığında epey yol aldıkları anlaşılıyor.



Kitle iletişim araçlarında yer alan kimi okumuşları okuyup, dinleyince bunların mankurtlaştırıldıklarını ve tüm toplumu da mankurtlaştırmak için görevlendirildikleri gibi bir kanıya ulaşılıyor. Uygarlıkların rahmi ya da beşiği olmuş Anadolu topraklarında nasıl ortaya çıkar bu uğursuzluk? Çağcıllaşmak yerine Batılılaşmaya çalıştığımız için mi? İçi boşaltılmış bir Atatürkçülükle insanları oyaladığımız için mi? Yurttaşlarımıza ulusal bir tarih bilinci kazandıramadığımız için mi? Yoksa aydınlarımız ve yöneticilerimiz bize ihanet mi ediyor?



Mankurtlaştırılmak istenen bu halk, tarihte onlarca devlet kurmuş, sonuncusu dünyanın dörtte üçüne egemen olmuş, şunun şurasında seksen yıl öncesinde en kötü durumunda bile dünyanın ilk beşinde yer alan Osmanlı’nın sahibi; ardından emperyalizme karşı zafer kazanmış bir halktır. Uygarlığa büyük katkıları olmuştur. Bu halk, emperyal duyguları tatmış ve dünyaya düzen vermiştir. Şimdilerde emperyalizmin aracı olarak birilerinin Ortadoğu’da, Kafkaslarda, Balkanlarda ve başka yerlerde jandarması olarak kullanılmak istenmektedir. AB ve ABD’nin ve bir şekilde başımıza geçirilen işbirlikçilerin yapmak istedikleri bu değil midir?



Topluma yerleştirilmeye çalışılan aktarma “tüketim kültürü”nün “kullan-at” ilkesi geleneksel kültürel öğeler yanında düşünceyi, geçmişi, kısaca her şeyi kullanıp atmayla sonuçlanmıştır. Geçmişin unutulması, geçmişteki çözümlerden yararlanmama sonucunu da ortaya çıkarmıştır. Toplum giderek geçmişi daha az anımsıyor, düşünce modaya teslim oluyor. Öte yandan geçmiş, tam da unutulduğu içindir ki, itirazla karşılaşmadan hüküm sürmektedir. Bunun aşılması için öncelikle anımsanması gerekir. Geçmişteki çözümleri unutuyor ve hatalarımızı tekrar ediyoruz!



Yeni adına eskiyi rafa kaldıran günümüz eleştiri tarzı, devrin zihniyetinin bir parçasını oluşturur; unutarak temize çıkmaya ve savunmaya yarar. Kısacası, toplum belleğini ve onunla birlikte aklını yitirir. Geçmişi düşünme yeteneksizliğinin ya da gönülsüzlüğünün bedeli düşünememektir. Bellek yitimi, geçmiş düşünceyi fazladan bir “entelektüel çöplük” gibi sırtından atan “radikal” ampirisizm ve pozitivizmden, geçmişin devlerine ve dehalarına çok erken doğma talihsizliğine uğradıkları için selam duran açıkgöz kuramlara kadar çeşitli biçimler alır.[2]



ATEŞ SUYU POLİTİKASI

Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz?



Batılılar Amerika’yı işgal ettiklerinde (keşif değil, işgal!) onlar gibi silahlanmamış ve daha da önemlisi aç gözlü, barbar davranışlara sahip olmayan yerli halkı sistemli biçimde katletmişlerdi. Kimi kılıçtan geçirerek, kimini yerlilerin bağışıklığı bulunmayan hastalık mikropları bulaştırarak, kimini de barınma ve beslenme ortamlarını ortadan kaldırarak[3] yok ettiler. Örneğin Kızılderililerin temel besin ve geçim kaynağı olan bufaloları yok ederek onları aç bıraktılar. Kısırlaştırdılar.[4] Amerika’da sadece katliamlarda doksan milyon insan soykırıma uğramış ve katledilmiştir.[5]



Batı (Avrupa, Amerika) Kızılderili katliamlarının hesabını vermemiştir. İnsanlıktan özür dilemediği gibi sömürü ve talana hâlâ devam etmektedir. Şimdilerde açıkça Afganistan ve Irak’ta, öteden beri ise örtülü olarak birçok yerdedirler.



Batılılar tüm yöntemlere rağmen yok edemediği Kızılderilileri ise “ateş suyu” ile pasifize etmiştir. “Ateş suyu” Kızılderililerin viskiye verdikleri addır. Bu ilk ateş suyudur.



Ateş suyu (alkol) bugün yaşamaya çalışan Kızılderilileri sindirmiştir. Alkole alıştırılan, uyuşturulan Kızılderili, Kızılderili olmaktan çıkmıştır. Kızılderili, kendisi olmak için savaşımı bir tarafa bırakıp “ateş suyu” elde etmek için beyaz adamın kölesi olmuştur.



Kızılderililer şimdilerde Amerikan toplumunda müzelik bir eşya muamelesi görmektedir. Unutulmuş geçmiş, unutturulmuş katliamlar, unutturulduğu için az bir kısmı kalmış kültürle turistlere Kızılderili dansları sergileyerek bahşiş toplayan, onu da ateş suyuna harcayan bir kitle!



Kızılderilileri bu hale sadece viski getirmemiştir. Eğitim de bu amaçla kullanılmıştır. Sömürgen güç, pragmatik düşünmektedir: Pahalı bir bedelle Kızılderili ile dövüşmektense onu eğitmek daha ucuzdur.[6]



Kızılderililer mankurtlaştırılmıştır. Türkiye de böyle yapılmak isteniyor. Batılılarla uygarlıkta yarışacak bir Türkiye değil, onları eğlendirecek güzel bir tatil ülkesi; zorla sömürgeleştirmek, hırsızlık ve gasp yapmak istedikleri yerlerde kullanmak üzere askerleri olmamızı istiyorlar. Bunun için bizim mankurtlaştırılmamız gerek!



Bu arada kitleleri uyuşturmak için ateş suyunu sadece Amerikalılar kullanmadı. Rusların da benzer politikalar izlediğini Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan devletlerde görüldü. Oradaki ateş suyunun adı da votkaydı.



Emperyalizm, ateş suyu etkisi yaratan birçok araç geliştirmiştir. Aşağıda bunların bir kısmı açıklanmıştır.





Birinci Ateş Suyu: Alkol ve Uyuşturucu Bağımlılığı



Emperyalizm ateş suyu politikasını her sömürgeleştirmek istediği ülkede uygulamaktadır. Kendi mantığınca tutarlıdır. Meşrulaştırılan şey yani alkol ve uyuşturucu, emperyalizmin toplumları/kitleleri uyuşturmada, düşündürmemekte kullandığı bir araçtır. İçer unutursunuz. Sizi şaşırtan, alışamadığınız şeyleri zamana yayar ve alışırsınız. Alıştırılırsınız ve uyum sağlarsınız. Böylece tehdit olmaktan çıkar, sömürgeleştiğinizin, malınızın çalındığının, çocuklarınızın zihninin istemediğiniz şekilde geliştirildiğinin farkına bile varmazsınız.


Oysa bilişim devrimi sürecinden geçmekte olan dünyada, dünya entelijansiyasını izlemek, yeni haritaların çizildiği coğrafyaları en azından anlamak, AB ve ABD köleliği arasında tercihe zorlanan, birileri tarafından yol haritası belirlenmekte olan yurttaşlarımızın uyuşturulmaya değil, ayık kalmaya gereksinimi vardır!



Kitleler/toplumlar/uluslar ne kadar uyuşturulursa, düşünmekten uzaklaştırılırsa sömürgeleştirme politikası o kadar başarılı olur. Uyuşturulup bireysel zevklerin peşinde koşan, “anını yaşayan” gelecek kaygısı taşımayan insanlar emperyalizmin kendisine hangi oyunu, nasıl oynadığının da farkına varamazlar. İstenen de budur çünkü sömürü ancak böyle devam eder.





İkinci Ateş Suyu: Kültürsüzleştirmek, Ödlek Tavşanlar Yetiştirmek



Üniversitede Çocuk Edebiyatı derslerine de giriyorum. Bir dönem boyunca “çocuk kitapları nasıl olmalı ki, hem çocuklara okuma yazmayı sevdirebilelim, hem de okuyanlar üretken iyi birer insan/yurttaş olarak yetişsin” sorusuna yanıt arıyoruz. Öğrencilerim öğrendiklerini dönem sonunda birer çocuk kitabı yazarak ortaya koyuyorlar. Biçim yönünden harika şeyler ortaya çıkıyor. Ama en çok yazılan tema benim “minik tavşan tema”sı dediğim biçimde oluyor.



Hikâye şöyle: Anne tavşan yavru tavşanla ormandaki evlerinde mutlu bir şekilde yaşardı. Günlerden bir gün, anne tavşan yavru tavşana dedi ki “bak yavrucuğum, benim çıkıp yiyecek getirmem gerek. Sen evde otur. Sakın dışarı çıkma, ortalığı karıştırma ve beni evde bekle.”



Anne tavşan çıkıp gider. Derken yavru tavşan evde sıkılır. O sırada kapı önünde bir kelebek görür. Merakla kelebeğin peşinden koşarak çıkar ve epeyce dolaşır. Yorulup eve girmek isteyince kaybolduğunu anlar. Korkar ve ağlar. Derken bir ağacın dibinde uyuya kalır. Gözlerini korkunç bir hırlamayla açar. O da ne? Kurt değil mi? “Seni şimdi yiyeceğim” demektedir. Yavru tavşan yalvar yakar olurken, komşu “Ayı Amca” oralardan geçmez mi? (Çocuk öykülerinin kötü sonla bitmemesi gerekiyor) Ayı Amca kötü kurdu kovalar ve yavru tavşanın elinden tutarak annesine getirir. Yolda da büyüklerinin sözünden çıkma, onların “yap” dediklerini yap, “yapma” dediklerini yapma kabilinden öğütler verir. Derken evlerine gelirler. Yavru tavşan ile annenin dokunaklı sarılmalarının ardından yavru tavşan “bir daha onun sözünden çıkmayacağına, yapma dediklerini yapmayacağına... yemin billah eder.



Minik tavşan yerine minik kuş, minik ayı, minik Ayşe de olabiliyor. Öğrencilerin yüzde sekseni buna benzer öyküler yazıyorsa bunda bir tuhaflık vardır. Neden bu tema anlatılır? Çünkü yıllardır okuma parçalarında, hikâye kitaplarında hep bu temayı okumuşlardır. O kadar tanıdık, aşina olunmuşluk vardır ki bunda!



Peki, bunun ana fikri nedir? Okuyucu bundan ne öğrenir? Araştırma, karıştırma, kurcalama, merak etme! Dur, otur, bekle, yap denilirse yap!



Biliyoruz ki, merak duygusu insanı araştırmaya, araştırma da öğrenmeye götürür. Biz yakın dönemimizde, yıllardır çocuklarımıza merak etme, araştırma, sadece “yap” denilenleri yapmayı öğretmişiz! İnisiyatif alamayan, girişken olamayan, deneyim edinme kaygısı olmayan, aklını kullanmayan, korkak, pısırık, yani “ödlek tavşan yavruları” yetiştirmişiz.



Oysa sıradan bir Keloğlan masalını alıp incelediğimizde Keloğlan aracılığıyla çocuklara tam tersi mesajların verildiği görülür: Keloğlan anasını dinler ama sorunu kendi bildiği gibi çözer; genellikle anasının öğüdünün tersini yapar üstelik. İddialıdır, araştırır, karıştırır, büyük oynar ve büyük ödülü kazanır. Bu masallarla çocuklara Keloğlanın o kel-kötürüm haliyle neleri nasıl başarmış olduğu anlatılır ve dinleyen çocuğa adeta “hadi, sen ne duruyorsun” denir.



Hele Köroğlu! Köroğlu, bir ozandır, bir düşünürdür, bir müzisyendir, yavuklusu olan, sevdayı bilendir. Köroğlu kötü yöneticilere, haksızlığa karşı direnme hakkını kullanan “birey”dir. Unutturuldu. Üniversiteli gençlere soruyorum, “Köroğlu kimdir, nedir?” diye, çok cılız yanıtlar alabiliyorum. Yanıt verenler de Cüneyt Arkın’ın filminden kazara öğrenmişler. Ama Köroğlu’nun kötü kopyası olan İngiliz eşkıyası Robin Hud herkes tarafından biliniyor! İnsanımız okumuyor ama televizyon izliyor. Televizyonda ise Köroğlu’na yer yok.



Dünyada onlarca ülke, kültür ve sineması varken, televizyon kanallarımızın sadece ve sadece Holivud’un, dolayısıyla Amerikan kültürünün acenteliğini/pazarlamasını yaptığı dikkat çekmektedir. Sineması çok gelişmiş Batı dışı ülkeler de var ve bunların bir kısmı, kültürel olarak benzer kültür kodları taşıdıkları için, Türk kültürünün beslenme kaynakları arasında da yer alır. Örneğin Azerbaycan, İran, Hindistan hatta Rus sineması bunlar arasındadır. Bunları geçelim, televizyon kanallarımız Fransız, Alman, Bulgar, Yunan, Arap, İskandinav filmlerine bile neredeyse ambargo koymuşlardır.



Türk sineması aşağılanarak etkisizleştirilmiştir. Alay edilen ve defalarca izlendiği için milletin aptallığı üzerine yorum yapılan Kemal Sunal filmlerinde, halk Keloğlanı görmekteydi. Deli Yürek dizisinde Köroğlu’nu görür gibiydi. Bu yapımların izleyici rekorları kırmasının nedeni izleyicinin kendi kültüründen parçalar bulmasıydı. Bu durum yapımcılara bir fikir vermez mi de, Holivud taklidi diziler, sinema filmleri yapılır ve insanlar izlemek zorunda bırakılırlar? Bu durumu en iyimser biçimde mankurtlaştırılmış okumuşlarımızın ne yapacağını bilememeleri olarak yorumlamak isabetli olacaktır. Kültürümüzü biçimlendiren temel kültür kodlarımızdan kopuyor, mankurtlaşıyoruz.



Bunların sonucunda terörist elebaşısını yıllarca saklayan ülkeye haddini bildiremedik. Yunanistan’ın elinde yakaladık, pasaportu Rum (Güney Kıbrıs) çıktı. Birçok ülkenin savaş sebebi sayacağı durumu sineye çektik! 30 bin evladı yok edilmiş, 100 milyar doları bu uğurda harcadığımız için ekonomik krizlerle uğraşmış, ülkemizin bir kısmında devlet ve toplum hizmetleri felce uğramış, toplumsal doku zedelenmiştir. Yataklık edenlere meydanları dar edeceğimize, dönemin Dışişleri Bakanı (İsmail Cem’in) Yunan meslektaşıyla uzo içip sirtaki oynamasını alkışlamışız. Bugün bile bankalar dolandırılmış, bizim paralarımız çalınmış, yapay ekonomik krizlerle sanayimize el konmuş, özelleştirme adı altında yapılan yabancılaştırma ortadayken, kimsede en doğal demokratik tepkiyi verecek mecal bırakılmamıştır. Uluslararası ilişkilerde AB ya da ABD’nin en azından diplomatik nezaketle bağdaşmayacak, saygısız tavır ve isteklerine boyun eğmeyi normal sayar hale gelmişiz. Ödlek tavşanlar toplumu olup çıkmışız. Mankurtlaşıyoruz!





Üçüncü Ateş Suyu: Yabancı Dilde Eğitim



Türk’ün iti şehre inince Farsça ürür.

Atasözü



Sömürge olmayan hiçbir ülke çocuklarını başka bir ulusun dili ile eğitmez. Başka kültürlere dönükleştirmez. Biz gerek imam hatip liselerinde gerekse yabancı dilde eğitim yapan okullarımızda bunu yapıyoruz. Üstelik bunu savunanlarımız var. Yüksek öğretim sisteminin en üst kademelerinde görev yapan ve Kemalist bir çizgi izleyen Kemal Gürüz, “Türkçe bilim dili değildir, Türkçe ile bilim yapılamaz” diyerek[7] nasıl bir Kemalizm kavrayışı içinde olduğunu göstermişti.



Atatürk, “Öğretimin Birleştirilmesi Yasası” ile sadece medreseleri değil, yabancı dilde eğitim veren okulları da kapattı. Ama şimdilerde Anadolu Liseleri, Kolejler, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi, Bilkent gibi seçerek öğrenci gönderdiğimiz yerlerde yabancı dillerde eğitim verdiriyor, kendi dilinde kavramlarla düşünmesini engelliyor, çocuklarımızı kendi elimizle başka kültürlere sempati duyar hale getiriyoruz. Bunu azaltacağımıza yaygınlaştırıyoruz. Gerekçe, “veliler böyle istiyor”. Velilerin isteğini doğru anlamak gerekir. Veliler çocuklarının iyi bir yabancı dil öğrenmesini istiyor, yabancı dilde eğitim değil!



En seçme öğrencilerimizi en iyi okullarımızda yetiştirip, bedavadan başka ülkelerin hizmetine veriyoruz. Aldıkları eğitim onların ulusal duyarlıklarını zayıflatıp mankurtlaştırıyor ve “Batı dostu” olup çıkıyorlar. Seçkin üniversitelerimiz kendi ülkelerinden utanıp, bir Batı ülkesine gitmek için çırpınan öğrencilerle dolu.



Devlet bürokrasisi, bilim ve sanatta üst kademelere yükselmek için sanki Robert Kolej ve Galatasaray Lisesi’ni bitirmek temel koşuldur. Politikacı, sanatçı, gazeteci ve bürokratlar arasında bu okulların mezunlarının sayı ve oranı o kadar çoktur ki, sanki ülkede başka okul yoktur ya da bu okullar dâhileri alıp, akıllarına akıl, zekâlarına zekâ katmaktadır! Elbette bu okul mezunlarının ezici çoğunluğu Batıcı. Osmanlıdaki Enderun mektebinin yerini almışlardır. Fark şuradadır; Osmanlı Türk ve Müslüman olmayanların zeki çocuklarını devşirip Osmanlılaştırarak onlardan yararlanıyordu. Biz ise kendi çocuklarımızı Batıcı yaparak yabancılara devşirme yetiştiriyoruz.



Yabancı dil (İngilizce) takıntısı üniversitelerdeki yükselmelerde de kendini göstermektedir. Yabancı dil baraj haline getirilmiştir. Lisansüstü çalışmalar için bilim aşkı, düşünebilme, yaratıcılık değil, yabancı dil hatta İngiliz kültürüne hâkimiyet ölçülmektedir. KPDS ya da ÜDS gibi sınavlar sanki yabancı dil becerisini ölçmekten çok, kolej eğitimi almamış (Batı’ya dönükleşmemiş) olanların sisteme girmesini ve yükselmesini önlemeye yönelik!



Sömürgelerde yabancı dil, sosyal tabakalaşmanın bir mekanizması haline gelir. Bir Avrupa dilini kullanabilenler, mesleki sektöre ve modern iş dünyasına girebilir; bundan yoksun olanlar ise daha üst mevkilerden mahrum edilirler.[8] Böylece yabancı dil egemenin iktidar üzerindeki tekelini korumasına yardımcı olur.





Dördüncü Ateş Suyu: Cinselliğin Yozlaştırılması



Uyuşturma etkisi yapan her şey Kızılderililerin ateş suyu dediği şeydir. Bunlardan biri de, kültür politikasının yozlaştırdığı cinsiyetler arası ilişkilerdir. Değer yargılarından arındırılmış cinsellik genel geçer hale sokulmaya çalışılmaktadır. Edebiyat, sinema, televizyon, gazete ve dergilerde cinsel açlık duygusu yaratmak için her türlü yöntem ve teknik kullanılmaktadırlar. Renkli dünyalara kanat açmanın, bedensel hazzın duyumsatılması ve aranması sağlanmaktadır.



Egemen güç ve onun ürettiği genel geçer pop kültür, kadınlarda köksüz, zarafet ve asaletten yoksun, kalça-göğüs standardizasyonuna indirgenmiş bir güzellik anlayışı üretmiştir. Sinema ve televizyonda Holivud’un standardize ettiği ve “ölçü budur” dediklerine ne kadar benziyorsa, onu ne kadar taklit ediyorsa güzeldir/yakışıklıdır.


”Açık saçıklığı” bazı mankurtlar “çağdaşlık” sayıyor. Kadınların itici kılıklar içine sokulmasını ise diğer mankurtlar değerlere bağlılık olarak anlıyor. Akıntıya kürek çekmeye devam ediliyor.



Hiçbir erkeksi ilkeye uymayan maço/maganda erkek tipi üretiliyor. Sokakta yalnız bir kadın gördüğünde “yağmalanması gereken bir mal” gibi algılayan, elle, dille taciz eden, kaba, korkak, duygusuz, duyarsız tipler...


Aşkta sadakat artık “romantik tekerleme” işlevi bile görmüyor. “Aradığım özellikler sadece bir erkekte/kadında yok, herkesten alacağın var” anlayışı yerleştiriliyor. Sevgili koleksiyonu ve onlardan alınan hediyeler aşkta kariyer geliştiren, kısmet, itibar artıran şeyler haline getiriliyor. Duygular yalama ediliyor; ne dikiş tutuyor ne fren!..


Eşcinsellik teşvik ediliyor. Bunun bir “tercih meselesi” olduğu anlatılıyor. Eşcinsel olmadan sanatçı olunamazmış yargısı yerleştiriliyor. Televizyonlarda, hangi cinsiyetten olduğu belli olmayan tipler sunuluyor; cinsel rol davranışı arayan gençlere. Eşcinseller hep neşeli, şen şakrak, sempatik, iyi ve zararsız karakterler olarak takdim ediliyor. “Tercih”lerinden dolayı sanki hiç pişmanlıkları, sorunları yok! Erkek çocuklara cinsiyeti belli olmayan ama kadınsı davranışlar sergileyen karakterleri olan çizgi filmler izlettiriliyor.[9] Çocuk ve gençlere böylesi tipler örnek alınası “modeller” olarak sunuluyor. Ne idüğü belirsiz özgürlük modası var ya, seçenekler de sunuluyor elbette; “eşcinsel olamıyorsan/değilsen unisex de olabilirsin!”


Açık propaganda kitaplarının etkisi azaldığından, şimdilerde edebiyat, özellikle romanlar bir silah olarak kullanılmaktadır. Milan Kundera, sosyalist düzeni yıkabilmek için sadece “ihanet özgürlüğü” istiyordu. “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı ünlü kitabında başta cinsel ve duygusal olmak üzere her türlü ihaneti yüceltiyordu[10].



İnsan, öğrenme yeteneği çok yüksek olan bir varlıktır. Öğrenmelerimizin önemli kısmı da bildiklerimizi başka alanlara transfer etmekle olur. Sevgilisine, eşine ihanetle başlayan ihanet duygusu, onu taşıyanı ideolojisine, içinde bulunduğu gruba, kader arkadaşlarına ve nihayet ülkesine ihanete kadar götürebilir. Milan Kundera bunu başarmıştı. Adı sosyalizmi yıkan kahramanlar arasındadır.



Ahmet Altan, “Günaha Çağrı” adlı yazısında şöyle yazıyor: [11]



“Günahlar işleyelim, günahlarımız için mabetler kuralım, kendi günahlarımıza tapalım.

Yasak aşklar peşinden gidelim.

Yasak düşüncelerle oynaşalım.”

...

“Eğer masumsanız, bir günah ve bir suç işlemediyseniz, eğer siz korkaksanız, kendi kendinize ihanet ediyorsunuz, kendi zevklerinizi, isteklerinizi, fikirlerinizi kendiniz buduyorsunuz.”

...

“Masumiyeti korkaklara ve yeteneksizlere bırakın.

Bir günah mabedi kurmak isterdim, her saat başı sizi günaha çağıran.

Günah, kendine ibadettir... Sizi kendinize ibadete çağıran bir mabet.

Kendinize ibadet edin.”



“Her akşam yatarken “bugün kendim için nasıl bir günah işledim” diye sorun kendinize, eğer bir günah işlememişseniz kalkıp bir günah işleyin, geceler günahlar için en uygun zamandır.”



Toplumları sarsmak için değerler aşındırılmakta, onu ayakta tutan en önemli kurum olan aileye saldırılmaktadır. Romanlarda “aldatma hakkınızı kullanmalısınız” önerisi ikna edici biçimde yapılır. İhanet etmek bir “hak” olarak sunulur. Edebiyatımızda bunun misyonerliğini yapan “Türkiyeli” romancılar bulunmaktadır (bunlar Türkiye’yi aşağıladıkça dışarıda ödüllendirilirler). Kültürel değerlerimizin en aşağılık şey olarak gördüğü “ihanet ve aldatma” yazılarında meşrulaştırılır, “aşağılık olan yüceltilerek” değer haline getirilir. “İhanet” romanlarında öyle sahneler ve duygudurumlar ortaya konur ve aldatma öyle meşrulaştırılır ve doğallaştırılır ki, okur onu adeta yaşar, ilginç bulur ve gerçekleştirmek için çareler arar. Romanı okurken, kahramanla özdeşleşen, olaya onun penceresinden bakan okur, zaten olayı yaşamaktadır. Okuyucu aldatma duygusunu zihninde kurgulamış, yaşamıştır. Artık tabu yıkılmıştır. Eşler birbirine “acaba?” diye bakmaya başlar. Evliliği ayakta tutan “eşine güven” duygusu ise ve bu da yoksa evlilik ve aile aslında yoktur. Bunun bir adım sonrası aldatma “hakkını” kullanan ya da kuşkunun pençesinde kıvranan eşlerin parçaladıkları ailelerdir. Edebiyatta bu tema, insanî bir durum olarak pekâlâ değerlendirilebilir ve sanatçının bakışı olarak yorumlanabilir. Ancak bunun diğer araçlarla da desteklendiğini görünce, büyük bir kampanyanın parçalarından biri olduğu anlaşılır.



Pop denilen müzik türü de aynı amaçla kullanılmaktadır: Şarkılarda “sana bir ihanet borcum var, ödedim sonunda...” söylenir, güzel nağmelerle.. “Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe, sırf sana benziyor diye, usulca sokulup merhaba dedim” der, saf saf...



Sinemalarda bunca kültür zengini olan ülkede yeni kavram ve düşünüş biçimleri ile açılımlar yapmak varken, “aldatma” en basit biçimiyle işlenir. Holivud sinemasının aynı temayı işleyen filmleri günlerce televizyonlarda tanıtılır. Bir kadın/erkek neden aldatır, aldatılır? Bunu tartışmak üzere açık oturumlar düzenlenir...



İnsanları televizyon ile oyalamakla görevli bazı meddahlar edep sınırlarını zorlayan belden aşağı güya esprileriyle izleyicilerinin beyinlerine değil, ilkel dürtülerine seslenmektedirler.



Televizyondaki “muhabbet” programlarında ya da kadına yönelik yapımlarda adeta klişe haline gelen bir söz vardır: “Aldatmayan erkek yoktur!” Defalarca, durup dururken bile söylenmektedir. Artık genel geçer ama bilimsel olmayan bir bilgidir... Tersini kabul ettiremezsiniz. Ne yapılmak isteniyor? Acaba bu söz, karakterini eğiterek sadakat duygusunu geliştirmiş, aile kavramına duyduğu saygıdan ötürü başkasına kem gözle bakmayan, saygıyla yaklaşan aldatmamış erkekleri nasıl etkiler? Bu iddia, evli kadınları nasıl etkiler acaba? Böylesi bir toplumsal ilişkiler düzeni olabilir mi?



Evlilik kurumunun ilkelliği dile dolanıyor. En ufak şeyler boşanma gerekçesi haline getirilerek, aileyi parçalayıcı politika, program, yayın ve uygulamalarla aile güçsüzleştiriliyor, yok edilmeye çalışılıyor. Birlikte yaşama, gecelik, mevsimlik “aşk”lar (!) seçenek olarak sunuluyor.



Neden aileye saldırılmaktadır? Aile toplumun temelidir de ondan. Toplumu o ayakta tutar. Aile bireyi vatanına bağlar. Aile bozuksa toplum da bozuktur. O toplum artık ateş suyu içmiştir. İflah olmaz!



Bir topluma ateş suyu içirmek için, ateş suyu cilalı bir kap içinde, güzel nitelemelerle alıştırılarak verilir. Örneğin içerseniz “çağdaş, modern, Batılı...” olursunuz. Zinanın adı “çapkınlık”, yapılan şey ise “kaçamak” olur. Bu kadar masum! Bunlara karşı çıkarsanız ya köylü olursunuz ya da gerici. Gericiliği tercih eder ya da bir yere ait olmak için oraya katılmak zorunda kalırsınız. Yoksa mankurtlar sizi “ot” bile sayar.



Emperyalizm ve kapitalizm, bireylerde cinsel açlık duygusu yaratarak kendini ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bunun için bedeninize odaklanmanız sağlanır. Sağlıklı olmaktan çok alımlı görünmek biricik hedefiniz olur. Tek derdi çekici olmak olan birinin yurt ve dünya sorunlarıyla ilgilenmesi, sömürüye, işgallere, soygunlara ilgisi, açları, işsizleri, evsizleri, mutsuzları düşünmesi ne kadar beklenir? Kendi bedeninin derdine düşmüştür ve tensel zevklerin peşindedir. Artık insanlık umursanmaz, AB bilinmezdir.



Birey yalnızdır oysa kapitalizm örgütlüdür. Açlar, işsizler çeşitli biçimlerde direnir ama düzen onları bir şekilde meşruiyet dışına iter ve yok eder. İnsan olmak haysiyetinize bile dokunmaz. “İnsan olma”nın ne olduğunu düşünecek haliniz kalmaz, mankurtlaşırsınız. Egemen gücün istediği de zaten budur; yağmalamaya devam eder...



Bir araştırma: Kinsey Raporu



Alfred C. Kinsey, soy gelişimi bilimi (eugenics-öjeni) doğrultusunda kültürel yapıbozum araştırmaları yaptı. Çalışması (Sexual Behavior in Human Male), Amerikan aile yapısını bozarak nüfusu yeniden üretken, kültürel, ailevi ve zihinsel programlamaya karşı korunaksız hale getirdi. Araştırmayı baştan sona kadar Rockefeller destekledi ve 1948’de basıldı. Kitap, Rockefeller ve Amerikan medyasının desteklemesiyle en çok satılan kitaplardan biri oldu. Araştırmanın Amerikan toplumunu sarsan bulguları şöyleydi:[12] Amerikan erkeklerinin % 95’i cinsellikle ilgili yasaları cezaevine düşecek kadar ciddi biçimde ihlal etmiş, % 85’i evlilik öncesi cinsel ilişki kurmuş, % 69’u fahişelerle birlikte olmuş, % 45’i zina yapmış, % 37’si homoseksüel ilişkide doyuma ulaşmış, % 17’si hayvanlarla seks yapmıştı.[13] Bunlar tipik Amerikalılar tarafından ciddiye alınmadı çünkü ortaya konanlar kendi cinsel ahlak ve tutum algılarıyla örtüşmüyordu. Ancak Kinsey’in başarılı olduğu bazı sonuçlar ortaya çıktı:



O zamana kadar normal dışı olarak düşünülenler “normal” oldu. Amerikan normları çarpıtıldı; öyle ki her tür cinsel ilişki normalleşti. Eş değiştirme, kolay boşanma, seks edimleri, eşcinsellik ve sado-mazoşizmin medyada resmedilmesiyle bunlar norm haline geldi. Cinsellik, doğurganlıktan ayrı olarak ele alındı. Bu sayede kısırlaştırma, kürtaj ve doğum kontrol yöntemleri kurumsallaştırılarak kitlelere sunulabiliyor. Uyuşturucu, seks ve televizyonla tatmin edilen “duyarlı” toplum yaratılıyor (böylece duyguları köreltilmiş ağızlardan yöneticilere eleştiri gelmesinin önüne geçiliyor). [14]



Kitlelerin kontrolü için cinsel “aklı başında”lığa karşı yürütülen savaş bugün de birçok toplumda devam ediyor. Davranışlar kitle iletişimi aracılığıyla değiştiriliyor; böylece erdem, özdenetim, kamusal idare reddediliyor, değerlerden arınık cinsellik teşvik ediliyor.





Beşinci Ateş Suyu: İdeolojilerin Saptırılması ve İçeriksiz Kavramlar



İdeoloji, herhangi bir toplumsal kümenin yaşamına yön veren ve kendi içinde uyumlu bir düzen oluşturan düşünce, inanç ve düşünüş biçimlerinin tümüdür[15]. Egemen güç, zihinsel üretimi kendisi yapar ve bilinçli bir bilinçsizleştirme süreci gerçekleştirir.



Sorunlara doğru saptamalar yapanların sesi kısılıp, yanlış amaçlar peşinden koşan ideolojiler oluşturulur. Samimi insanlar ülke sorunlarını çözebilmek için bu yapay ve sonu belirsiz ideolojilerle boş boş uğraşırlar. İşler daha kötüye gider. Sorunlar daha da büyür.



Bu yapay akımlar, toplumu temel sorunlarından, uygarlık mücadelesinden uzaklaştırmak ve dikkati yapay sorun ve çözümlere çekmek için araç işlevi görür. Bazen toplum bir fırsatını bulup sorunları üzerine düşünmeye ve çözüm bulmaya başladığında, bu güçler ajan provokatörlerle çözümü baltalamaya çalışırlar. Fraksiyonlar ortaya çıkar, ne için uğraştıklarını unutur, kendilerini emperyalizmin hizmetinde bulurlar!



Dünya görüşü, insanın çevresindeki dünyaya karşı oluşturduğu görüşlerin, anlayışların ve kavramların tümüdür.[16] Dünya görüşlerimizi oluşturan, insanlığa mal olmuş saygın kavramların içerikleri boşaltılıp, egemen gücün amaçlarına uygun biçimde dolduruluyor. İnsan hakları, demokrasi, laiklik, özgürlük hatta bilim ve üniversite kavramlarının içleri boşaltıldığı için anlamları kaybolmuştur. Örneğin “evrensellik” çarpıtılarak, “emperyalist merkezlere bağımlılık”la eşanlamlı hale getirilmiştir. Başka bir deyişle, evrensellik Batı, o da ABD olarak anlatılmaktadır. Şimdilerde birçok kavramın içi özünden ve tarihsel seyri bağlamından koparılarak yanlış biçimde doldurulmaktadır. Kavramlar yanlış olunca doğru düşünmek olanaksızdır.



Aydınlar, toplumun “her türlü düşünceye açık olması” ilkeleriyle “kaleyi saldırganlara teslim etmek” arasındaki farkı göremiyor, bu iki kavramı birbirine karıştırıyor.[17] Böylece ülkenin düşünce dünyası karmaşıklaşıyor, belirsizlik her şeye siniyor. Kimse önünü göremeyince amaçlar belirsizleşiyor. Toplum nereye gideceğini şaşırıyor!





Altıncı Ateş Suyu: Bilimsel Bilgiden Uzaklaştırma



“En gerçek yol gösterici” olan bilim, yeterince ilgi ve iltifat görememektedir. Eğitim ve Araştırma-Geliştirme için zaten az kaynak ayrılan ülkede, krizlerden sonra ilk tasarruf yapılan alanların başında eğitim ve bilim gelmektedir. Siyasal iktidarlar üniversitenin sorunlarını çözebilecek arayışlar içinde olmaktan çok, üniversiteyi bir “arka bahçe” haline getirme uğraşındadır.



Bilimsel bilgiye yöneltilen postpozitivist eleştiriler, sadece bilim esnafını değil, zaten yeterince bilimsel bilgi kullanmayan toplumu da derinden etkilemiştir. Bilimsel bilginin yerini bilimdışı, gündelik, dinsel ya da örgütlenmemiş bilgiler almaktadır. İnsanlar dünyayı ve olguları açıklamada geleneksel ya da kulaktan dolma bilgileri, falcılar, medyumlar ya da şarlatanlardan edindiklerini veri olarak kullanmaktadırlar. Bilgi kaynağı bu olunca, (bilginin nasıl işlendiği bir yana) aldığı kararların isabeti de ona göre olacaktır.



Bilimin ulusal ve toplumsal işlevini önemsemeyen, sadece evrensel[18] işlevini dikkate alan ölçütler geçerli hale getirilmiştir. Bilimde araştırma gündemleri, emperyalist merkezlerin gereksinimleri doğrultusunda oluşturulup, bütün dünyaya evrensel gündem diye dayatılmaktadır. Araştırmacılar ülke sorunlarını çözecek araştırmalar yerine, uluslararası dergilerde yayımlanacak (onların istediği, belirlediği) araştırmalarla, projelerle ilgilenmektedirler.



Koray’ın[19] saptadığı gibi, artık “bedenler göçmeden beyinlerin göçmesi”nin etkili bir mekanizması oluşturulmuştur. Dünyanın her tarafındaki araştırmacıları, üstelik kendi ülkelerinin kaynaklarını kullanarak, merkezin belirlediği araştırma gündemi çerçevesinde çalıştırmanın yolu keşfedilmiş durumdadır. Bilim, ülke sorunlarının çözümüne değil, “merkez”lerin istediği yayınları yapacak biçimde araştırma ve yayınlara odaklanmıştır.



Ülkenin ciddi sorunları karşısında bilim ve bilginler[20] kayıtsız kalmışlardır. Güneydoğuda yıllarca devam eden terör ve sonuçları konusunda ciddi araştırmalar yapılmamıştır. Laiklik, öğretim birliği, yabancı dilde eğitim, Avrupa Birliği gibi konularda özellikle eğitim alanında yapılmış ciddi araştırmalar bulunmamaktadır. Üniversiteler sanki suya sabuna dokunmak istememektedir. Bilimin bıraktığı boşluk başka bilgi türleri hatta bilgisizlik tarafından doldurulmakta, eleştirel düşünemeyen insanlar kolayca yönlendirilebilmektedir.



Aktarmacı, Avrupa-merkezli bir bilim anlayışı yerleşmiş, kendi toplumuna bile Batının gözlükleriyle bakan bilginler türemiştir. Örneğin Batıcı cinsiyetçilik anlayışıyla “töre cinayetleri”ne bakmak, sorunu çözmeyeceği gibi, ancak cehaleti ele verir. Tipik devşirme aydın tavrıdır. Tarım toplumu değerleriyle donanmış birinin “namus” kavrayışı da öyle olacaktır. Bunu ortadan kaldırmak istiyorsanız, insanlara namussuzluğu telkin etmek ve onları cehaletle suçlamak yerine, ekonomiden başlamak kaydıyla onlara moderniteyi götürerek sorunu çözebilirsiniz.



Başkaya,[21] “dünyaya sömürgecinin gözüyle bakan” yerli eliti şöyle nitelemektedir: ... beyinleri Avrupa-merkezli ideolojik safsatalar tarafından dağlanmış, kendi gerçekliğine, kendi toplumuna külliyen yabancılaşmış yerli azınlıklar, hep emperyalizmin, sömürge ve yarı-sömürgelerde, şimdilerde Üçüncü Dünyadaki adamları-ajanları oldular.



Altbach, üçüncü dünya ülkelerinde yer alan üniversitelerin hemen hemen tam anlamıyla yabancı bir model üzerine kurulmuş olmalarından ve yabancı kurumların değerlerini ve kurumsal örneklerini yansıtmalarından dolayı sömürgeci kurumlar olduğunu ileri sürmektedir.[22] Altbach devamında ise bu üniversiteler araştırma ve yaratıcı entelektüel çabaya ağırlık vermemişlerdir. Böylece yüksek eğitimin çoğunluğu Avrupa modellerini ve akademik normlarını yansıtır; fakat modern Batı standartları seviyesine çıkarılmadan.



Ülkede bilimsel bilgi üretimi bile adeta yabancılar için yapılmaktadır. Yabancı dille (İngilizce) öğretim yapan üniversite ve fakültelerde yapılan bilim uzmanlığı ve doktora tezleri başta olmak üzere, neredeyse bütün yayınlar yabancı dilde yazılmakta, Türkçe bilen okur için değil, yabancılar için bilgi sağlanmaktadır. Ülkemizin kaynaklarıyla üretilen bilginin bu ülkede yaygın olarak dağıtılamaması ve kullanılamaması düşündürücüdür. Eğitimin yabancı dilde olmadığı üniversitelerde de birçok dalda yükselmek için yabancı dillerde yayın yapma zorunluluğu bulunmaktadır. Genellikle yüksek standartta olan bu yabancı dildeki yayınlar da Türk bilgi kullanıcısına sunulamamaktadır.





Yedinci Ateş Suyu: Dincilik ve Sahte Din Anlayışı



Din, toplumsal yaşamda önemli ve gerekli sosyal bir kurumdur. Toplumları etkileme ve özellikle bireyleri yönlendirme etkisine sahiptir. Ancak, din siyasal bir amaç gütmeye ve iktidar mücadelesi vermeye kalkınca, toplumsal sorunlara da yol açabilmektedir. Kuşkusuz, bunu dinin kendisi değil, din adına hareket ettiğini iddia edenler yapmaktadır. Dindar ile dinciyi iyi ayırt etmek gerekir. Dindar ile kimsenin bir sorunu olamaz.



Din üzerinden siyaset ve ticaret yapanlar, dinsel değerleri ve inanan insanları sömürmekte, sorunlara yanlış teşhislerin konulmasına yol açmaktadır.



Din konusu, kendisi için farklı çıkarları olan başka ülkelerin de ilgi alanına girer. Örneğin, emperyalizmin sahte şeyh, mezhep ve tarikatlar oluşturması yeni bir uygulama değildir. Afganistan ve Arabistan’da şeyh kılıklı Amerikan ve İngiliz ajanları yüzyıldır faaliyetlerine devam ediyorlar. Bunu İslam’a iyilik için mi yapıyorlar? Bunlarla hem din anlayışı değişir, din saptırılır hem de yeni dinsel akımlarla bölücülüğe yol açılarak toplumsal çözülme sağlanır. İnsanlar gerçek sorunlar üzerinde düşünmekten alı konulur. Hatta ülkeler işgal edilir.



Cezayir’de 1840 yılında egemen olan dinsel güç, Ticani tarikatı ve şeyhi de Muhammed Es Sağir’dir. O sırada Fransa tarafından Cezayir’e gönderilen ajan Monsieur Rosch, Müslümanlığı kabul etmiş görünerek önce Es Sağir ile işbirliği içinde, yerel İslam ulemasına başvurmuş ve arkasından Mısır’ın ünlü El Ezher medresesinin ve en sonunda da Mekke ulemasına başvurarak onlara yönelttiği “İslami itikada halel gelmeden, geçici süre, Hıristiyanlara boyun eğmek caiz midir” sorusuna karşı “elcevap: caizdir” yanıtını almıştır. Hıristiyanlara geçici tutsaklık yüz yılı aşmıştır.[23] “ABD ile işbirliği yapmadan başka ülkelerde okullar açamayız” diyen yerli şeyhler de bu bağlamda değerlendirilebilir.



Dinciler aracılığıyla farklı kültürel anlayışlar sanki “İslam buymuş gibi” topluma dayatılmaktadır. Müslüman olmak ile Araplaşmak hâlâ birbirinden ayrılamadı. Yıllardır başörtüsü ve İmam Hatip Liseleri üzerinden kıyametler koparılmaktadır. Körüklenen bunun gibi yapay sorunlar, adeta bir “sis bombası” etkisi yaratarak, asıl sorunlarımızın görünmesi engelleniyor.



Dinsizleştirmecilik de bir ateş suyu haline gelmektedir. Din, toplumsal yapıyı ayakta tutan sosyal yapıştırıcılardan biridir. Birçok kültür kodu dinsel değerlere ilişiktir ve din toplumsal ve bireysel birçok işlev görür.[24] Din, manevi olduğu kadar stratejik de bir güçtür. Onu dışlar ya da ilgisiz kalırsanız başkaları ilgilenir ve size karşı kullanır. Yanınızda olması gereken bir gücü karşınıza almış olursunuz. Oysa, bir kısım laiklik savunucularının bilerek ya da bilmeyerek, işi ileri götürüp laiklik savunusu değil, dinsizleştirmecilik yaptığı görülmeye başladı. Öncelikle laiklik, dinin olmadığı bir yerde anlamsızdır. Laiklik din ile birlikte vardır. Laiklik bir barış antlaşmasıdır. Yeni ayrışmalara meydan vermemesi gerekir. Böylesi kişiler, laiklikle hiçbir sorunu olmayan dindar kişileri dinci saflara itmektedirler.



Din ve dinsel alanda önemli kavram ya da simgeler alaya alınmakta, küçük düşürülmekte ve önemsizleştirilmektedir. Edebiyatta, sinema ve “bir kısım” medyada din adamlarımız küçük hesaplar peşinde koşan, çağdışı, yobaz ve aşağılık birçok niteliği kendinde toplayan karakterler olarak sunulmaktadır. Anadolu’da taşlayarak öldürme (recm) hiç olmadığı halde “vurun kahpeye” sahnelerini sık sık izlemek zorunda kalınır. Öte yandan engizisyon ve endüljans süreçlerinden geçen Batı toplumlarında din adamları medya ve sanatta adeta evliya olarak sunulmaktadır. İslam’daki dinsel simgeleri aşağılamak laiklikle açıklanamaz. Olsa olsa din düşmanlığı özellikle de İslam düşmanlığıdır. Zira laikliğin karşı olduğu din değil, yobazlıktır.



Laikliği savunanların bu savunuya devam etmekle birlikte son tahlilde bu toplumun Müslüman bir toplum olduğunu unutmamaları gerekiyor. Modernleşme adına Batılı davranışlar beklemek kimsenin hakkı değildir, doğru da değildir.



Toplumu yönettiği/yönlendirdiği iddiasında olanların öncelikleri iyi belirlemesi gerekir. Ülkeye yönelik “görünen ve açık bir emperyalist tehdit” hatta saldırı varken, tarafların incir çekirdeğini doldurmayacak konuları bir tarafa bırakmaları gerekir. Bu durum evleri yanarken yorgan kavgasına tutuşan karı-kocanın durumuna benzemeye başladı. Laiklik mücadelesinde kimilerinin geldiği nokta burasıdır.





Sekizinci Ateş Suyu: Yapay Gündem



“Bir kısım” medya toplumu bilgilendirme değil, biçimlendirme görevi üstlenmiş, böylelikle görevinin dışına çıkmışlardır. Basındaki zihin inşa mühendisleri, çeşitli yapay gündemler oluşturarak halkın gerçek sorunlarını tartışmasını engellemekte, gerçekleri gizleyip üzerinde düşünmemeyi sağlamaktadırlar. Bu durum özellikle ülkenin başına çorap örüldüğü zamanlarda daha da artmaktadır. Hava puslandırılır ve kurtlar ortaya salınır. Dikkatler başka tarafa çekilerek asıl yapılacak olanlar yapılır. Bazı olaylar kendi bağlamından cımbızla çıkarılarak başka biçimlerde sunulur. Dinleyici/izleyici/okuyucu yönlendirildiği sonuçlara ulaşır. Böylece zihinler yeniden inşa edilir.



Son zamanlarda gündemimizin yoğunlaştığı konulara bakar mısınız: Türban/başörtüsü, kadınlar cenaze namazı kılar mı, Cuma namazı kadınlara farz mıdır, ünlü olmak için rezalet çıkaranlar, Cumhurbaşkanının Resepsiyonu, YÖK, popstar ve evlenme/çiftlenme yarışmaları ve elbette futbol, futbol, futbol... Kitleler bunlarla oyalandırılıyor [25].



Demokrasi eğer “halkın, kaynakları adilce paylaşma sürecini yönetmesi” ise, yönetim de karar almak ise ve karar almak da bilgiye dayalı ise bilgiden uzaklaştırılan bir toplum demokratik olabilir mi? Ancak mankurtlar, seçimden seçime oy kullanmanın demokrasi olduğuna inanabilirler!



İzlenen kültür politikalarıyla ülkenin geçmişte varolan manevi dinamiklerini gözden düşürmek ve toplumu başkasının manevi ve kültürel değerlerine hayran bırakmak amaçlanır. Bunu yapmak için önce toplumsal aşağılık duygusu uyandırılır, toplumsal özgüven ortadan kaldırılır. “Bir Amerikalı, bir Alman ve bir Türk” diye başlar fıkra ve en salakça eylemi Türk olan yapar! Oysa aynı durumlar Amerikalı için de Alman için de söylenebilir. “Burası Türkiye, burada her türlü yanlış olağandır!” ifadeleri klişe haline gelmiştir. “Türklerin zekâsının düşük olduğu” safsataları manşetlere çekilir.[26] Basın yayın yoluyla toplumun kusurları ön plana çıkarılır. Ahlâk, inanç, yurtseverlik, kahramanlık gibi değerler gözden düşürülür. Cinsel özgürlük, ilericililik gibi sloganlar devamlı ve sık kullanılarak varolan eğlence kültürü değiştirilir. Batı ülkeleri karşısında aşağılık duygusu uyandırılır. Kendine güveni azalmış topluluklar, başarılı toplulukları taklit etmek ve onlar gibi yaşamak isterler. 30-60 yıllık bir sürecin sonunda toplumun kültürel kimliği değişebildiği için amaca ulaşılır. [27]



Eğer eleştirici düşünmeye sahipseniz ve bu salyangozların neden bu mahallede satıldığını biliyorsanız, bundan etkilenmezsiniz. Bunun farkında değilseniz emperyalizm ve işbirlikçi kapitalizmin tuzağına düşmüşsünüz demektir.



Türkiye’deki egemen sınıf ya da güç, yukarıda sıralanan birçok hususta etkili ve bazen belirleyici olmaktadır. Onlarda dikkati çeken ise adeta kanaralaşmış[28]olmalarıdır. Kemal Tahir, “Emperyalizm o kadar açık bir namussuzluktur ki ancak yerli alçakların aldatma ve saklama ustalığıyla yutturulabilir. Bunu en iyi uygulayan emperyalist ajanların en yamanları da bizdedir diye haklı olarak öğünebiliriz” demekteydi.[29]



Başka ateş suyu etkisi yapan şeyleri de sıralayabiliriz. Dikkat edilirse, bütün bunlar toplumu belleksizleştirmek, kimliksizleştirmek ve kişiliksizleştirmek sonucuna yol açmaktadır. Küresel sömürge haline getirmek istedikleri ülkemizde, zihnimiz yeniden inşa ediliyor. Oluşturulmaya çalışılan zihin, bizim olmayan, yapay, emperyalizmle dost ve onun uşağı bir zihindir.





Mankurtlaşmamak İçin Ne Yapmalı?



Atatürk 1921’de demişti ki:



“Millî bir terbiye programından bahsederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Doğudan ve Batıdan gelen yabancı tesirlerden uzak ve millî karakterimizle orantılı bir kültür [30] kastediyorum... Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, birliğimize ve varlığımıza taarruz eden her kuvvete karşı müdafaa kabiliyetiyle donanmış bir nesil yetiştirmeye muhtaç olduğumuzu unutmayalım.” [31]



Ülkemizde yaşanılan olumsuzluklara, aydın tipine ya da gündemimizi işgal eden konulara baktığımızda, Atatürk’ün önerdiği insan tipini yeterince yetiştiremediğimiz anlaşılmaktadır.



Gerçekte ulusal/millî olmayan eğitim ve kültür politikaları kültür kodlarını zedelediğinden toplum zihnen teslim alınmaktadır. Kültürel yönden teslim alınmış bir ulusun bağımsız yaşama iradesi de yok olur.



Eğitim, sadece okulların ve öğretmenlerin görevi değildir. Millî Eğitim Temel Kanunu sadece okul ve öğretmenleri bağlamaz. Kanunun 17. maddesi “millî eğitimin amaçları yalnız resmi ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede, işyerlerinde, her yerde ve her fırsatta gerçekleştirilmeye çalışılır” demektedir. Bir toplumdaki eğitim, hukuk, siyaset, yönetim, dernekler ve basın gibi tüm sistemler millî hedefler söz konusu olduğunda birbirini desteklemelidir.



Millet, bir “futbol takımı” gibi hareket etmelidir. Birey ve kurumlar görevlerini doğru ve eksiksiz yaparsa ancak o zaman ulusal hedeflere ulaşılır. Birinin yapmaya çalıştığını diğeri bozarsa elde bir şey kalmaz. Kitle iletişim araçları, aileler, sokaktaki insanlar, demokratik kitle örgütleri, siyasal partiler, kamu görevlileri... Herkes yapıp etmelerinde “millî eğitimin genel amaç ve temel ilkelerini” dikkate almak zorundadır.



Millî eğitim, ama gerçekten millî olan bir eğitim en büyük eksiklik ve beklentidir. Bütün bunları toplumca tartışıp doğru kararlara varabilmek için de sağlıklı bilgi verecek kitle iletişim araçları ve ortamlarına gereksinim duyulmaktadır.



Haşlanmış Kurbağa



Bilinen öyküdür; içi su dolu bir tencereye bir kurbağa atar ve ocağı yakarsanız kurbağa yavaş yavaş ısındığından dolayı haşlanacağını düşünemez. Sıcaklık rahatsız edici boyuta ulaşınca, o kadar gevşemiş ve mayışmıştır ki, tencereden çıkacak gücü kendinde bulamaz ve ölür. Oysa kaynayan bir tencereye bir kurbağayı atarsanız tüm gücünü toplar, oradan sıçrar ve hemen kurtulur. Kurbağanın çıkamayışı hayatına yönelen tehdidi algılayan iç düzeneğin, kurbağanın çevresindeki ani değişikliklere göre programlanmış olmasındandır, alıştıra alıştıra olan değişime değil. Bu öykü, insanlara azar azar zehir bile içirilebileceğini anlatmaktadır; şu sıralar Türk toplumuna içirildiği gibi!



Her toplum zaman zaman rehavete kapılabilir. Uçurumun eşiğine de gelebilir. Biz uçurumun kenarına gelmiş ama rehaveti üstünden atarak destanlar yaratmış bir toplumun çocuklarıyız. Türkiye genç ve eğitimli nüfusu, köklü devlet geleneği, üstün coğrafyası, zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla geleceği parlak olan bir ülkedir. Bunu bilmek ve yoldaki engelleri kaldırmak gerek.



Mankurtluktan kurtulmak ve mankurtlaştırılamayanları yetiştirmekle işe başlayabiliriz. Bu görev, başta devlet, eğitim kurumu ve öğretmenler olmak üzere tüm toplumundur. Görev sadece bir kesime (eğitimcilere) yüklenmemelidir.



Sorun, Türkiye’nin bağımsızlığı sorunudur!



[1] Aytmatov, Cengiz. Gün Olur Asra Bedel. İstanbul: Ötüken Yayınları. 2001.

[2] Jacoby, Russell. Belleğini Yitiren Toplum. (Çev. Hakan Atalay) İstanbul: Ayrıntı. 1996. s. 29.

[3] Yürükel, Sefa M. Soykırımlar Tarihi I: Batının İnsanlık Suçları. Mersin: Near East Publishing. 2005. s. 22.

[4] Keith, Jim. CIA’den Medya’ya Kitlelerin Kontrolü. İstanbul: Nokta Kitap. 2005. s. 26.

[5] Yürükel, agy. 2005. s. 30.

[6] Jansen, Katherina. “Amerikalı Yerlilerin Eğitim Yoluyla Asimilasyonu” Sömürgecilik ve Eğitim. (Çev. İbrahim Kalın) İstanbul: İnsan Yayınları. 1991. s. 101.

[7] 21 Aralık 1999. Hürriyet Gazetesi (Yener Süsoy)

[8] Altbach, Philip G. “Üçüncü Dünya İçinde Bilginin Dağıtımı: Yeni-Sömürgecilik Üzerine Bir Durum Araştırması” Sömürgecilik ve Eğitim. (Çev. İbrahim Kalın) İstanbul: İnsan Yayıncılık. 1991. s. 155.

[9] Teletubbies (Teletabiler) gibi.

[10] Küçük, Yalçın. Şebeke/Network. Üçüncü Baskı. İstanbul: YGS Yayınları. 2002, s. 174.

[11] Altan, Ahmet. Geceyarısı Şarkıları. 23. Basım. İstanbul: Can Yayınları. 2001. s. 72-76.

[12] Keith, agy. 2005. s. 65.

[13] Kinsey’in araştırmalarda kullandığı kişilerin üçte biri cinsel sapkınlık, fahişelik ve çocuklara sarkıntılık gibi suçlardan hapse girenlerden oluştuğu, ancak Kinsey’in veri girişinde bunları normal popülasyon örnekleri olarak gösterdiği sonradan ortaya çıkacaktı.

[14] Keith, agy. 2005. s. 67.

[15] Ozankaya, Özer. Toplumbilim Terimleri Sözlüğü. Üçüncü basım. Ankara: Savaş Yayınları. 1984, s. 41.

[16] Ozankaya. agy. s. 40.

[17] Nebi, Malik bin. İdeolojik Savaş Ajanları. (Çev. Cemal Aydın) İstanbul: Timaş. 1997, s. 106.

[18] Evrensel Batı, o da ABD olarak anlaşılmaktadır.

[19] Koray, Semih. “Üniversitelerimizin Önündeki Tehlike: Ülkesizleşme ve Bilimsizleşme” Bilim ve Ütopya Dergisi. Mayıs, 2004. Sayı: 119.

[20] Son yıllarda İngilizce düşünenler, “bilim adamı”, bilim kadını”, “bilim insanı” gibi adlandırmalar yapmaktadır. Yakında “bilim oğlanı”, “bilim kızı”, “bilim çocuğu” gibi adlandırmalar da üretebilirler. Oysa Türkçe’de adların cinsiyeti yoktur. Eskiden bilim yapanlara “âlim” denirdi, bugünkü karşılığı da “bilgin”dir.

[21] Başkaya, Fikret. Çığırından Çıkmış Bir Dünya. Ankara: Özgür Üniversite Kitaplığı. 2004. s. 30.

[22] Altbach, agm. 1991.s. 159.

[23] Çavdar, Arif. “Türklerin Suudi Arabistanlılaştırılması” Cumhuriyet Gazetesi, 20 Eylül 1994, s. 2

[24] Çınar, İkram. “Laiklik, Laik Eğitim ve Siyaset”. İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi. Sayı 9. 2005.

[25] Son otuz yılda Türkiye ürettiklerinin bir kısmını çaldırdı. Körfez krizi, ayrılıkçı terörü önlemek için harcananlar, içi boşaltılan bankalar, yapay ekonomik krizler, Batıdan alınan fahiş faizli borçlar, gümrük birliğinden kaynaklanan zararlar... Yaklaşık 1,5 trilyon dolar ediyor. Bu paralar bu halkın çalışkanlığıyla kazanılmıştır. Paramız çalınırken, bizim gündemimizde başta Batı’nın pişirip önümüze koyduğu türban ve terör olmak üzere içi incir çekirdeğini doldurmayacak konulardır.

[26] Tosun, Murat. “Aptallık Tartışması Bölüm 2” Hürriyet Gazetesi. 26.07.2005.

[27] Tarhan, Nevzat. Psikolojik Savaş. İkinci Baskı. İstanbul: Timaş. 2002, s. 59.

[28] Kanaralaşmak; Orta Anadolu’da kullanılan bir deyimdir. İşlevinin tersini yapmak anlamında kullanılmaktadır. Örneğin, köpeğin görevi sürüyü kurda, çakala karşı korumak iken, köpekte bir tabiat bozulması olur ve giderek koruması gereken koyunları kendisi yemeğe başlar. Bunun anlaşılması da uzun sürer. Zira köpeğin görevi normal olarak sürüyü kurtlardan korumak olduğu ve genel olarak da bu görevi yapageldiği için sürüde eksilen koyunların köpeğin işi olduğu zor ve geç anlaşılır. Anlaşıldığında ise birçok koyun kaybedilmiş olur. (http://www.ercuemend-oezkan.com/kanar.htm)

[29] Kemal Tahir. Notlar/Batılılaşma. Yayına Haz.: C. Yazoğlu. Bağlam Yay. İstanbul, 1992 s 43. Akt: Sezgin Kızılçelik. Batı Bataklığı. Ankara: Anı Yayıncılık, 2005. s 96.

[30] Atatürk, burada “kültür” sözcüğünü “eğitim” karşılığında kullanmaktadır. Bir ara (1935-1941) Maarif Vekâletinin adı da Kültür Bakanlığı olarak değiştirilmişti (Akyüz 1993: 345). Bu vesileyle belirtmek gerekir ki, Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” sözünü “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli eğitimdir” diye anlamak gerekir.

[31] Atatürk, Mustafa Kemal. Atatürk’ün Bütün Eserleri. Cilt: 11, İstanbul: Kaynak Yayınları. 2003. s 236.

Wednesday, February 06, 2008

ozalaoneri




TURGUT ÖZAL'A BİRLİKTE İNTİHAR ÖNERİSİ

Ülkemizi sizden,
Sizi de kendi özel sıkıntılarınızdan
Kurtarmak için
Arkadaşım Muzaffer Buyrukçu'yla,
Bir önerimiz var:
İntihar etmelisiniz!

Ben ve Buyrukçu bu konuda,
Dostça omuz veriyoruz size.

Gelin, halkın önünde,
Üçümüz birlikte intihar edelim.
Yer: Kadıköy eski iskelesinin önü.
Gününü ve saatini siz saptayın.

Ülkemiz sizden kurtulsun,
Biz de bir işe yaramış olalım

22 ekim 1989
Cemal Süreyya


Saturday, November 10, 2007

nobetcimillet




NÖBETÇİ MİLLET

Yaradan hey Yaradan!
Dört yıl değil bin yıl geçse aradan
Sensin ateş diye kanımızdaki
Sesin ışık diye önümüzdeki!
Ey yanımızdaki
Beş on mermere, bir avuç toprağa sığan
Sınırsız mavi umman hey!
Yeni kıyılar bulur, yeni yarlar kazardın
Sen her köpürüp taşmanda;
Her konuşmanda
Milletin alın yazısını yeniden yazardın.

Bakışların inanmayanı ezerdi
Sağ kolun bir tırpana benzerdi:
Başlardı yurt tarlasında düşüncenin hasadı.
Cümlelerin ya örsten kalkardı
Ya çıkardı kından.
Başak saçların sarkardı harman alnından:
Halk, biçilmiş ekin gibi, düşerdi dizlerine.
Milyonlar katılırdı sözlerine
Mıknatısa koşan zerreler gibi.
Köhne kanaatler, köhne küreler gibi
Sözünde çarpışıp düşerdi.
Tam sustuğun gün kıyamet oldu
Tam konuştuğun anlarsa mahşerdi:
Rab, gökte "dinleyin" derdi meleklerine;
Yıldızlar girerdi yeni mahreklerine;
Nehirler kavuşurdu yeni denizlerine:
Halk biçilmiş ekin gibi düşerdi dizlerine.
Şimdi nöbetçi olmak için Anıtkabrine
Tamamlayabilmek için tavafını
Sarmış yalın kılıçlar gibi etrafını
Tutuyor nöbet.

Bu millet:
Bu, vaktiyle ayaklarını ummanlar yalayan
Bu, üç kıtayı atının nallarıyla damgalayan
Bu, Timur'u, Atilla'yı, Oğuz'u
Bu, Yıldırım'ı, Fatih'i, Yavuz'u
Bu, seni yetiştiren ulu millet.
Vakar ve haysiyetle dimdik
Uyanık, tetik
Anıtkabrinde tutuyor nöbet.
Dünya dönüp dolaşıp
Boğazlaşıp dalaşıp
Ergeç ve ancak
Milli misaklarda karar kılacak.

Ey en büyük usta!
Düşünen olmadı bu hususta
Senden evvel ve senden ileri.
İlk müjdeyi, ilk haberi
Senden almıştı cihan
Ta o zamandan
Anlayamadığına yansın.
Sen, dünyanın dönüp dolaşıp geleceği
Uğrunda milyonların seve seve öleceği
En büyük maksat için
Dünyaya ilk karşı koyansın.
Nasıl içimizdeysen bütün varınla
İşte öylece dünya davalarındasın!
O ışık saçların, o alev sözlerinle
O gök gözlerinle sen.

Ey ıssız geceler içinden
Bize eşsiz sabahı getiren!
Ey asırlardır dul bayrağın eşi
Ey geceyarılarımızın güneşi
Ey ışık saçlar
Ey yele kaşlar
Ey çekilmiş hançer bakışlar
Ey fikri döven şakaklar
Ey kalem parmaklar
Ey ay-yıldızlı el
Ey en güzel
Ey en büyük
Ey Atatürk!
Getir dudaklarını bir bir alnımıza koy
Dağlansın ateşinle bu soy.
Oy Atatürk oy...

İrkilmez Ata çocuğu irkilmez:
Zaptedilmez, Atam, zaptedilmez
Biz varken senin hisarının burçları:
Bakışlarımız kılıç uçları
Bekliyoruz devrimini biz.
Çökmeyeceğiz diz

İsterse hayat zehrolsun
İsterse refah kahrolsun
İsterse kurşun düşsün yanımıza belimize
İsterse geçinmek için bir dilim
Kuru ekmek geçmesin elimize.
Halel gelmez bizim ateşimize;
Dünya düşse peşimize
Yer sarsılsa yerinden
Ne senden geçeriz, ne senin eserinden.

Behçet Kemal ÇAĞLAR

ahbuonkasimlar




AH BU ON KASIMLAR

On Kasım geldiğinde
Yerler, gökler üşüyor;
Öyle soğuk ki; zinde
Yeşil yaprak düşüyor!

Her gün Kocatepe'den
Yola çıkar Atatürk.
En yüce mertebeden
Bize bakar Atatürk.

Kalemler O'nu yazar
O'nu söyler dilimiz.
Otuz sekize uzar
Islanan mendilimiz

Bayraklar iner, iner
Öpmek için kabrini,
Hiçbir kimse, hiçbir ER
Dolduramaz yerini

Her yılın on Kasım'ı
Depreştirir yasımı

OSMAN ATİLLA

Thursday, November 08, 2007

vahantekeyan



Armenian Hate !!!
When we find God in his paradise, offering comfort,
Let us swear we will refuse, saying,
No, we choose hell. you made us know it well.
Keep your paradise for the Turks.

Vahan Tekeyan, Armenian Poet, 1917

Friday, October 19, 2007

yasasincumhuriyet



YAŞASIN CUMHURİYET

Gölköy adında bir yer varmış gelibolu'da
Televizyonda gösterdiler geçen gün.
Gelenek edinmiş köy halkı,
"ben kendimi bildim bileli bu böyledir"
Diyor muhtar:
29 ekim'de toptan sünnet ederlermiş çocuklarını...
Derken ekranda entarili bir çocuk belirdi
Kirvesi tutmuş kolundan
Yatırdılar bir kamp yatağına,
Ardından sünnetçi olacak zat boy gösterdi
Elinde bıçağıyla,
Çocuk kaldırdı başını, bağırdı:
"yaşasın cumhuriyet" diye
Bunun üzerine de ekran karardı

Korkarım bu, sade gölköylülerin değil, umumuzun
Sade küçüklerimizin değil, büyüklerimizin de
Düştüğü bir tarihsel yanılgı
Çünkü sünnet değil, farzdır cumhuriyet

CAN YÜCEL

demedimmi



http://www.youtube.com/watch?v=ZLq_m3bOelI

güzel aşık cevrimizi
çekemezsin demedim mi
bu bir rıza lokmasıdır
yiyemezsin demedim mi?

yemeyenler kalır naçar
gözlerinden kanlar saçar
bu bir demdir gelir geçer
duyamazsın demedim mi?

aşıklar harabat olur
hakkın katında kutlu olur
muhabbet baldan tatlı olur
doyamazsın demedim mi?

çıkalım meydan yerine
erelim ali sırrına
can-ü başı hakk yoluna
koyamazsın demedim mi?

bu dervişlik bir dilektir
bilene büyük devlettir
yensiz yakasız gömlektir
giyemezsin demedim mi?

ysamaktadirenmek



YAŞAMAKTA DİRENMEK

ıslak bir otomobil sabah karanlığında
seni kaybedilmiş bir oyuna iletirken
inadın nagant gibi koltuğunun altında
oynamakta direnmek ne demek düşündün mü

en hızlı manşetlerin en gergin saatında
tırmandığın ipin nereden çürüdüğünü
ne gün kopacağını kestiremeden
inadın nagant gibi koltuğunun altında
tırmanmakta direnmek ne demek düşündün mü

ya sırtlan dişleri kontes ağızlarında
en kral öpüşmeyle gelen ya çakal salyası
bulaştığın her kadın ayrıca kirletirken
sevişmekte direnmek ne demek düşündün mü

bu çabuk değişen deliler borsasında
tanrının simsiyah yeryüzüne tükürdüğü
karşılıksız adamlar her gece yarısı
deprem güürltüleriyle ansızın yıkılırken
inadın nagant gibi koltuğunun altında
yaşamakta direnmek ne demek düşündün mü

ATTİLA İLHAN

yuceatam

YÜCE ATA'M

Nerede üstüne titrenen emanetin ?
Reva mı özünden gördüğün hıyanetin ?
Görmez gözler görsün artık
Hissiz vicdan uyansın yazık

Fikrini atmak değil her gönle dikmek gerek
Bin türlü yermek değil aşkla büyütmek gerek

Kolay değil hiçbirisi var mı yüce Ata'm gibisi
Gelmiş geçmiş gelecek milyonların sevgilisi

Nerede aydın geleceğe hizmetlerin ?
Heba mı canla başla bütün emeklerin ?

uyaneygozlerim



Uyan ey gözlerim gafletten uyan

http://www.youtube.com/watch?v=VnWTFRUzrpU

Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kasdı canadır inan
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Seherde uyanırlar cümle kuşlar
Dillu dillerince tesbihe başlar
Tevhid eyler dağlar taşlar ağaçlar
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Semavatın kapuların açarlar
Müminlere rahmet suyun saçarlar
Seherde kalkana hülle biçerler
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Bu dünya fanidir sakın aldanma
Mağrur olup tac-u tahta dayanma
Yedi iklim benim deyu güvenme
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Benim, Murad kulun, suçumu affet
Suçum bağışlayub günahım ref’ et
Resul’un sancağı dibinde haşret
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Sultan 4.Murad

Wednesday, October 17, 2007

izmirmarsi




İzmir Marşı


"İzmir’in dağlarında çiçekler açar.

altın güneş orda sırmalar saçar.

bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar.

yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa;

yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa


Peygamber kucağı, şehitler yeri

çalınır borular, haydi ileri

bozuldu çadırlar kalmayın geri

yaşa Mustafa Kemal Paşa,

yaşa yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa


Türk oğluyum ben ölmek isterim.

toprak diken olsa yatağım derim.

Allah'ından utansın dönenler geri

yaşa Mustafa Kemal Paşa,

yaşa yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa..."




Yapımı süren Adnan Saygun Sanat Merkezi için İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu'nu ziyaret eden İzmir Devlet Senfoni Orkestrası yöneticileri ve sanatçıları bir de müjde verdi:Alman besteci Kurt Striegler'in 1923 yılında bestelediği ve kayıp olduğu için çalınamayan Türk-İzmir Marşı, İzmir Devlet Senfoni Orkestrası'nın 5 Ekim 2007'deki sezon açılışında icra edilecek. Striegler'in 1923 yılında bestelemesinden sonra Almanya ve Türkiye'de defalarca çalınan Türk-İzmir Marşı'nın kaybolan notaları, Ahmet Piriştina Kert Arşivi ve Müzesi görevlilerinin çalışmaları sonucu bulundu. Marş, ilk kez 29 Haziran 1923 tarihinde Almanya'nın Dresden kentinde çalınmış ve büyük beğeni kazanmıştı. Kurt Striegler, imzalı notasını, kendisine bu ilhamı veren Gazi Mustafa Kemal'e armağan etmişti. Kaynak: 20 Ağustos 2007 - DHA

Friday, October 12, 2007

bizataturkgencleriyiz



BİZ ATATÜRK GENÇLERİYİZ

Hoyra Rira Rira Hey
Hoyra Rira Rira Hey
Rira Hoyrari
Rira Hoyrari

Rira Hoyra Hoyra Hey

Güneş Bizimle Doğar
Yağmur Bizimle Yağar
Bizimle Coşar Deniz
Ateş Bizimle Yanar

Fidan Bizimle Büyür
Çiçek Bizimle Bizimle
Açar Bizimle Sürer
Hayat Ulus Bizimle Yaşar

Biz Atatürk Gençleriyiz
Hoyra Rira Rira Hey
Sesimiz Onun Sesi
Hoyra Rira Rira Hey
Bizimle Yükselecek
Hoyra Rira Rira Hey
Atatürk Türkiyesi
Rira Hoyra Hoyra Hey

Sevgimizle Bilgimizle
Ulusumuzun Hizmetindeyiz
Aklımızla Coşkumuzla
Atamızın İzindeyiz

anadolu



ANADOLU

Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun ?

Utanırım,
Utanırım fıkaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun ?

Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun ?

Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu'yu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun ?

Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun ?


Ahmed Arif